BİR İSTANBUL RESMİ

 

“Ağaçlar ayakta ölür” derler. Bu, kimi zaman yapılar için de böyle olur. Çoğunlukla bir yangın felaketidir onları şaşaalı yaşamdan koparıp yalnızlığa terk eden, bir köşede unutulup hareketli günlerinden ırak kılan. Onlar, yalnızlıklarını zaman içinde kendilerini sarmalayarak yanık yıkık, boyası sıvası dökülmüş duvarlar üzerinde hayata tutunmaya çalışan cılız sarmaşıklarla, rüzgarın taşıdığı bir avuç kuru toprağın içinde yaşam savaşı veren küçük narin bir yabani ağaçcıkla, kimi zaman kuytularını yuva yapıp fütursuzca oynaşan kedilerle paylaşırlar. Bazıları biraz daha şanslıdır; Hiç bitmeyecek gibi gelen uzun sessizliğin ardından, birden bire keşfedilirler yeniden. Hatırlanmak güzeldir!

2007’nin ilk günlerinde, bilgisayarıma gelen bir mesajda hiçbir açıklama içermeden, bir metnin çevirisi istenmişti benden. “Mucize yaratmak hayrete düşürmektir. Mucize yaratmak sorgulanmaktır. Sorulara maruz kalmak, şaşkına çevirip afallatmaktır ...” diye başlıyordu metin. İyi de, neydi bu mucize? Önce kocaman bir tuval bulup iskelesini hazırlayan, boyalarını taşıyan ve tüm bunlara enerjisini geçirmenin ötesinde boyalarla fırçalara insani anlamlar yükleyen bir iskele ressamından ve onun mucizesinden söz ediliyordu bu şiirsel metinde. “ O, bir çılgın. Çünkü O, hep düşledi ve düşünü kendi gerçeğine tercüme etti” yazılmıştı. Bu “çılgın”ın düşünü ve düşünü kendi gerçeğine tercüme edişini anlamlandırabilmek, benden istenen tercümeyi en iyi şekilde yapabilmek için o “mucize”yi görmem gerektiğine inandım.

O gün, henüz o “mucize”nin adının “İstanbul” resmi olduğunu bile bilmeden, bu “iskele ressamı” ile Şan Tiyatrosu’nun tam karşısındaki eski su terazinin önünde buluşmak üzere sözleştik. Haydar (Özay) ile ilk karşılaşmamdı bu. Adını binlerce kez duyduğum ama kapısından bir kere bile girmediğim ve sadece bir virane olduğunu düşündüğüm binaya ilk kez onunla birlikte o gün girdim.

Geniş rampadan kızıl tuğla duvarlı devasa meydana indiğimde ilk hissettiğim terk edilmişiğin hüznü oldu. Sonra, sahnedeki dev “mucize”yi gördüm. Kelimeler boğazıma düğümlendi. “Kaos” diyebildim sessizce. İşte, “İstanbul” tam karşımdaydı, olanca karmaşasıyla.

“Şimdi biz neyin önünde duruyoruz?
Hemen hemen enkaz halinde, tahrip olmuş bir yapının
Kendi öyküsünü anlatarak yeniden hayat buluşunu izliyoruz.
Bu farklılıklar içeren biçimsel bir tercih.
Ama nefes kesici bir güzellik değil.
Bu, kendi felsefesi içinde birşeylere karşı çıkmak,
Ve birşeyleri olumlayarak yeniden yaratma biçimi ...”

Böyle aktarıyordu düşüncelerini metni yazan kişi. Haydar, olanca heyecanıyla çatının insanı ürpeten devasa çelik kafesinin günün farklı saatlerinde ışığın değişimiyle burada park etmiş araçların camlarında yarattığı çarpıcı gölgelerden, kırmızı tuğlalar arasından fışkırmaya çalışan yeşilliklerden, sahne tavanından sıyrılıp garip şekillere bürünmüş demir parçalarından, yerdeki molozdan, dört aydır her gün birazcık daha büyüdüklerini gözlediği, doğum yeri “Şan Tiyatrosu” olan sevimli kediciklerden, tavandan dökülen ve tehlike yaratan beton parçaları için gerilen ağdan, hiç de güvenli olmayan kırık dökük iskelesinden, burada çalıştığı süre içinde tuttuğu günlükten ve daha birçok şey ile bunların resmine yansımasından söz ediverdi bir nefeste. Benimse gözüm, az önce önünde buluştuğumuz eski su terazine takılı kalmıştı. Haydar, 20 Temmuz’dan beri her gün buraya gelip giderken gördüklerini de aktarmıştı resmine, burada yaşadıklarının ötesinde. Bizim “iskele ressamı” sadece “kendi” İstanbul’unu değil, enkaz haline gelmiş bu muhteşem yapının öyküsünü de anlatarak buraya yeniden hayat veriyordu. O, kendi deyişiyle Şan Tiyatrosu’nda sahneye çıkan son sanatçı olmuştu ve bundan oldukça gururluydu.

Buraya gelmek, onunla tanışmak, yaşadıklarını onun ağzından dinlemek, “onun” İstanbul’unu burada onunla paylaşmak bana müthiş heyecan vermiş, yapacağım çevirinin çok daha anlamlı olmasını sağlamanın ötesinde burayla ve onunla ilgili yeni bir yazı yazma isteği uyandırmıştı. Şimdi o metindeki kelimelerin anlamını çok daha iyi kavramıştım.

“Biz neyin karşısındayız şimdi?
Devasa bir freskin, fresk etkisi yaratan bir tuvalin.
Altara doğru yükselen,
Bir sokak posteri gibi kendini tüketen,
Bir temanın tam da merkezinde durur gibi,
Evrende bir yerlerde,
Pek de alışılmadık ...
Bu bir duvar resmi.
Gözetleme boşluklarının,
Arşitravların,
Çatının,
Duvarların yapısından destek alan
Ve onlarla bütünleşen bir anlatım sunan.”

Bu kelimelerin hangi duyguları ifade ettiğini veya anlatmaya çalıştığını burayı görmeden, Haydar’la birlikte gezmeden anlayamazdım. Kapıdan ilk girdiğimde, henüz kafamı sola doğru çevirip sahnedeki o “mucize”yi görmeden önce, o devasa kızıl tuğla duvarlar, o kocaman boşluk bana Venedik’teki Arsenale’yi hatırlatmıştı bir an. Terkedilmiş, yalnızlığını asırlar boyu tuğlaların arasından hayata tutunmaya çalışan cılız yeşilliklerle paylaşmaya çalışan, bir zamanlar içinde kaynayan zift kazanlarının yoğun isli buharı ile alevin kızıllığının birbirine karıştığı, kan ter içinde, bir tekneyi daha suya indirebilmek için vardiya vardiya çalışan binlerce işçinin hummalı koşuşturmasıyla terle tozun harmanlandığı o muhteşem atmosferin Dante’nin İlahi Komedya’sında Cehennem’e konu olduğu Arsenal. Onun şimdiki suskunluğu ile Şan’ın şimdiki o ürkütücü sessizliği ne kadar da benzeşiyordu. Onların kaderi Venedik’teki ünlü La Fenice gibi olamamış, onlar adı gibi kendi küllerinden yeniden doğan mitolojik zümrüdü anka, yani Fenice kadar şanslı yaşamamıştı. Sahnedeki o resme bakmazdan önce bunları düşündüğümden olsa gerek, ilk gördüğüm, tuvalin sağ üst köşesindeki “1204 Latin işgali” oldu. Oysa Haydar orada çok farklı birşey anlatmak istemişti. Ama bende uyandırdığı duygu bu oldu. Venedik Doçu Enrico Dandolo’nun kadırgası deniz surlarının dibinden şehri ateşe tutar gibiydi sanki. Sonra, tam ortalarda bir yerlerde Bizans’ın soylu rengi erguvana rastladım, kocaman bir leke gibi, tramvayla trenin, iskele ve köprülerin üzerinde ....

“Bu, bir duvar resmi.
Bir kentin belleği ...
Ve hafızalarda yer edinip
Anı olarak kalmak isteyen ...”

Cümlelerini hatırladım yazarın. Haydar’ın Galata’dan ya da Cihangir’den, belki kemerli bir pencereden Boğaz’a bakarken gördükleriyle, düşlerindeki o yeşil ağaç da buradaydı. Burada çalışmaya ilk başladığında iskelesini yerleştiği yerin tam altında kırık dökük betonun arasından nasıl olduysa boy veren o küçük ağacı ve kim hangi amaçla yaptıysa, bir gün geldiğinde onun kesilmiş olduğunu gördüğünü anlattı tüm duyarlılığıyla ... Sonra o küçük ağacı da düşlerinin İstanbul’unda bir yerlere yerleştirivermişti ustalıkla ve gariptir, klasik üslupla ...

Sohbetimiz ilerledikçe ben bir yandan resmin diğer yandan yapının içindeki düşsel yolculuğumu giderek artan bir heyecanla sürdürüyordum. Yine o metindeki cümleler düştü aklıma;

“O, bizim gibi sıradan insanların
Günlük yaşanmışlıklarının oluşturduğu birikimle
Kendi ruhu, kendi hikayesi olan “şey”lerin yok oluşundaki
Umutsuzluğu,
Acizliği,
Tükenişi,
Kargaşayla düzensizliği
Anlatmak istiyordu.”

Haydar, aklımdan geçenleri hissetmiş olsa gerek, sahneye, burada sahnelenen bu son esere bir de yukarıdaki “loca”dan bakmam gerektiğini söyledi. Galeride, birden bire Emin’in o muhteşem fotoğraflarındaki Kamboçya tapınaklarına girmiş gibi hissettim kendimi. Sonsuzluğa açılırmış gibi duran, art arda dizili kapı boşlukları, bunları saran kuru yapraklı cılız sarmaşıklar, yerlerdeki molozlara karışmış kuru dallar ... Bir de fonda Phillip Glass çalsa budist rahipler tek sıra halinde ormanın derinliklerine doğru akıverecek şimdi sanki ...

“O, bu çalışmayla ortaya çıkan yaratının
Aynı bir yapının oluşturulmasında olduğu gibi
Ölümcül kazalara bile neden olabilecek zorluklarla
Gerçekleştirildiğini anlatmak istiyordu.”

Cümlesinin ne anlama geldiğini artık yeterince anlayabilmiştim. Kırık dökük beton blokların arasından ürkek adımlarla ilerlerken.

Peki kimdi bu çarpıcı metnin yazarı? Haydar müthiş bir hayranlık duygusuyla şimdi bunu anlatıyordu bana. Çalışmaya ilk başladığı günden itibaren, bunun sadece Uluslararası Ulisphotofest Fotoğraf Festivali açılış etkinliği için hazırlanmış bir permorfans olmanın ötesinde, altmış metrekarelik farklı bir İstanbul resmi olmanın dışında, tüm aşamaları kaydedilmiş bir belgesel olmasını da düşlediğini söylemişti.

“Burada çalışan bedenlerle belleklerin
Övüncü ve anısı bu çalışmada kalsın istiyordu.”

Cümlesi bunu açıklıyordu. Gerçi burada daha çok resmin içinde yer alanlardan söz edilmişti. Ama Haydar için burada geçirdiği zaman içinde mekanın da anlattığı çok şey olmuştu ve bunlar belgelenmeliydi. Bu amaçla, fotoğrafçı arkadaşı Yusuf Aslan haftanın iki üç gününü Haydar’la birlikte burada geçirip yaşananları tümüyle fotoğraflamış ve iki binden fazla görüntü oluşturmuştu. Bunların bir bölümü bir CD’ye aktarıldı ve bu CD bir tesadüf sonucu Roma’ya, 80’li yaşlarını sürmekte olan İtalyan profesör Lidia Ferrara’ya ulaştı. Bayan Ferrara sadece bu fotoğraf karelerinden O’nun yapmak istediklerini, duygularını, heyecanını, o bitip tükenmeyen enrjisini ve daha pek çok şeyi olağanüstü duyarlılığıyla algıladı yazdı, yazdı, yazdı ... Ve yazısını şöyle sonlandırdı:

“Bildiğim o ki;
Mitolojik kültür yok oluyor.
Biliyorum;
Birşeyden soyutlanıyor.
Ya da birinden ...
Biliyorum;
Görmeyi bilen göz görür.
Ancak, duymayı bilirseniz duyarsınız.
Ve, yeni bir sözü olanı dinlersiniz.
Ruh ile beden
Birlikteymişçesine hareket eder.
Güzelleşerek ...
Ve birlikte severek.
Bu bizim mucizemizdir.
Ben ve ben,
Tek vücut olduğumuz.
Ve varolmayan birinin nevrozunu katlettiğimiz.
Çünkü, onun iskelesi yoktur.
Ve o, anıların tadına varamaz.”

Şan Tiyatrosu’nda 7 Şubat 1987 akşamından bu yana, tam yirmi yıl süren o derin sessizlik nihayet son bulacak, güzel bir mayıs akşamı coşkulu alkışlar yeniden o kızıl duvarlarda yankılanacak.... Şan Tiyatrosu’nda sahneye çıkan son sanatçı Haydar Özay, burada sahnelenen son eseri “İstanbul”u bizlere kendi diliyle anlatacak ...

7 Şubat 2007   İstanbul                                        Emel ALTAN EGE