Üç etaptan oluşan yolculuğun öyküsü:
"Paflagonia Projesi, Anadolu Projesi ve..."



AMASRA SEVDASI

İstanbul'daki Venedik Sarayı'nda Paflagonia Projesi ile tanıştığım 20 Temmuz 2001'den beri aldığım en güzel davetti bu. Amasralılara, kendilerini çok yakından ilgilendiren projelerin tüm detaylarıyla sunulacağı bir söyleşide yer alacaktım. Üç yıldır projeler ile ilgili olarak defalarca ziyaret ettiğim bu muhteşem coğrafyayı bir kez daha görebilmek, doğduğum toprakları özlermişçesine hasretini çektiğim Amasra'ya yeniden gelebilmek, her noktasından ayrı bir güzellik sunan büyüleyici manzarayı izlerken Paflagonialı Enetler'in burada yaşadığı günlerin hayaline dalmak... aslında bunların hepsi yeterince heyecan vericiydi. Ama, bana iletilen davetin konusu tüm bunların üzerinde heyecanlandırmıştı beni. Amasra Lisesi ile Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi öğrencilerine ve Amasra halkına, şimdi İtalya'nın Veneto bölgesinde, Padova'da, Venedik'te yaşayan insanlarla tarihin derinliklerine uzanan ortak geçmişlerinden söz edecektim. 3200 Yıl önce bu topraklarda, Amasra'yı, Gideros'u, Kurucaşile'yi, Bartın Nehri'ni içine alan Paflagonia'da yaşayan "Demir Atlar"ıyla ünlü Enetler'in Troia Savaşı'na katılmak için yurtlarını terk ettiklerini ve yenilginin ardından bir daha asla dönemedikleri ata topraklarına benzer bir yer arayarak İtalya'nın Adriyatik'in en uç noktasındaki bu bölgesine gelerek yerleştiklerini ve bugüne kadar hep orada yaşadıklarını anlatacaktım. Yeni yurtları onlara Paflagonia'yı hatırlatan bir yerde olmalıydı. Karadeniz'in hırçın dalgalarından korunmak için kilometrelerce içlerine girip, tombul gövdeli tekneleriyle rahatça ilerleyebildikleri Parthenios, yani Bartın nehri gibi Adriyatik'in zaman zaman acımasızca hiddetlenen dalgalarından korunabilecekleri, mallarını güvenle taşıyıp boşaltabilecekleri Padus, yani Po, Meduacus, yani Brenta ve Adige nehirlerinin aktığı ıssız lagün ve çevresi onların topraklarıydı artık. Ahşap işlemeciliğin, tekne yapımcılığının, geleneklerin ve daha bir çok benzer özelliğin yanında, Veneto'dan Paflagonia'ya, Köklere Dönüş Projesi'ne ilham veren İliada'dan, Homeros'tan, Troia'dan söz etmeli, Batı Karadeniz'in bu eşsiz kıyılarının yeni yerleşimcilerini 3200 yıl önceki konuklarıyla tanıştırmalıydım.

Aslında bu buluşmayı çok zamandır düşlüyor ama bir türlü beklediğim ilgiyi göremiyordum. Üzerinde yaşadıkları toprakların tarihini bilmeyen insanların, bu topraklardaki değerleri yeterince koruyamayacaklarını düşünüyordum. Günümüz Amasralısı paha biçilmez bir hazine sandığının üzerinde yaşadığını henüz yeterince algılayamamıştı. Dahası, birileri o sandığın kapağını gizlice açmış, içindekileri oraya buraya savurmuş, çoğunu da talan etmişti. Ama içinde ne olduğunu bilmeyen Amasralı, değeri hiçbir şekilde ölçülemeyen bu hazine sandığının kurtların kemirdiği, delik deşik bir tahta parçasına dönüşmekte olduğunu fark edememişti. Enetler'den asırlar sonra, burada izler bırakan Cenovalılar da yeterince tanıtılamamış ve anlatılamamış olacaklar ki, Amasra halkı onların izlerine de sahip çıkamamış, yüzlerce yıllık taşlar en iyi şartlarda kapı eşiği olarak kullanılmış, büyük kısmı üzeri betonla kapatılarak yok edilmişti. Kemere Köprüsü, orijinal taşlarıyla onarılacağı yerde yeni bloklarla yeniden yapılmış, eskiyi hatırlatacağı düşünülerek de ortasına garip bir çeşme oturtulmuştu. Köprüden sonra durum daha da kötüleşiyordu: bol katlı, çirkinler çirkini beton yapılar Küçük Liman'ın o güzelim manzarasını kirletiyordu.

Dünyanın ilk örneklerinden olan ve Anadolu'da şu an bir benzeri bulunmayan iki bin yıllık Kuşkayası Yol Anıtı da bu bilinçsizlikten nasibini alarak, gerçek hazinenin aslında o dev kayalar olduğunu algılamayan gafillerin altın arayışları sırasında dinamitlenerek neredeyse yok edilmişti. Yaklaşık bir yıldan beri, Paflagonia Projesi çerçevesinde Padovalı İtalyan uzmanlar tarafından, Padova Belediyesi'nin gönderdiği ödenekle onarılması için de bizim yetkili makamlarımızın resmi izninin beklenmesi garip bir çelişki sunuyordu.

İlk yerleşimcilerden bu yana bölgenin vazgeçilmezi olan ahşap el işçiliği de unutulmaya yüz tutmuştu. Uzakdoğu'nun kalitesiz ve ucuz malları, tarihi Çekiciler Çarşısı'nın yüz karası olmuş, yerel işleri yavaş yavaş raflardan indirmişti.

Oysa, 3200 yıl önce bu topraklarda yaşayan Enetler, şimdiki adıyla Venedikliler, Padovalılar geçmişlerine hep sıkı sıkıya bağlı kalmış, kültürlerini, geleneklerini hep yaşatmış, hazine sandıklarında eriterek paraya çevirebilecekleri altınlar değil, geçmişlerinin izlerini aramışlardı. Venedik'in yaklaşık 1500 yıldır siluetini muhafaza etmesi, yılın her ayı on binlerce turist çekmesi, ekonomisini turizme dayandırması hep kendini korumuş olmasından kaynaklanıyordu. En önemli sembollerinden olan ve 25-4-912 tarihinde gözlem kulesi olarak açılışı yapılan 1515'teki tadilatın ardından 98,5 metrelik bir çan kulesi olarak kullanılmaya başlanan kule 14-7-1902 sabahı aniden yıkıldığında, tüm Venedik halkının da katıldığı "geçmişi koruma, geleceğe aktarma" görüşü ile ve "her neredeyse, her nasılsa" prensibiyle aynen yapılmak üzere karar alınmış, 25-4-1912 günü de yıkıldığı andaki görüntüsüyle yeniden açılmıştı. Venedik'in diğer önemli sembolü olan gondollar 8-10-1562 gününden beri çok küçük detay farklarıyla aynı standart yapıyı koruyorlardı. Padova'da kentin kurucusu Troialı Antenor'un mozolesi gün ışığına çıkarıldığı 1200'lerden beri aynı yerdeydi. Bölge halkı, genellikle birkaç kuşak önceden kalan aile ocaklarında yaşamaktaydı. Bu binalarda, dış cephede sadece aslına uygun malzeme ve proje ile onarıma izin verilirken iç yapının günümüz gereklerine uygun olarak modern malzeme ile donatılmasına karşı çıkılmıyordu. Ayrıca, pek çok yapı müze olarak içindeki tüm eşyasıyla korunuyor, yüzlerce yıl önceki ev içi yaşam aynen yansıtılabiliyor, böylelikle de yeni kuşaklara geçmişi anlatmakta zorluk çekilmiyordu.

***
Aynı topraklarda, M.Ö. 1200'lerde ve M.S. 2000'lerde yaşayan iki halk; Paflagonialı Enetler ve Amasralılar. 3200 Yıl sonra atalarının yaşadıkları toprakları ziyarete gelen, geçmişlerini çok iyi bilen ve bu ortak geçmiş üzerine şekillendirdikleri projelerle yepyeni dialoglar başlatmak isteyen Venetolu İtalyanlarla yaşadıkları bölgenin taşıdığı kültürel zenginliğin pek de farkına varamamış Amasralılar. Paflagonia Projesi, tarihin derinliklerinde ortak özellikler taşıyan bu halkları buluşturan, geçmişten geleceğe bir köprü oluşturan, yeni yeni projeler yaratarak önemli fırsatlar sunan bir sembol olması dolayısıyla son derece önemliydi ve Paflagonia'nın yeni yerleşimcileri bu gerçeklerden mutlak haberdar edilmeliydi.

Geçmişini bilmeyenlerin, sahip çıkmayanların geleceğe bir katkıları olamayacağı inancıyla bir araya gelerek çözüm arayan bir gurup Amasralı aydın, Paflagonia Projesi'ni ve yöre halkı ile Venetolu İtalyanlar'ın ortak geçmişini vurgulayan bir söyleşi için beni Amasra'ya davet ettiler. Amasra Kent Kültürü Araştırmaları başlığıyla düzenlenecek söyleşilerin ilkiydi bu. Bartın Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün katkılarıyla ÇEKÜL Amasra temsilciliği, www.amasra.net ve Amasra Yelken Kulübü tarafından organize edilmişti. Bu, benim için inanılmaz bir fırsattı. Çünkü, Paflagonia Projesi'nden doğan yeni projelerden biri de, okullar arasında karşılıklı değişim programlarına kadar giden Arkeologando Projesi idi ve hem iki ülke gençlerinin birbirleriyle kaynaşmasını hem de gençlerin tarihi, arkeolojiyi, geçmiş kültürlerini öğrenmelerini, benimsemelerini ve sevmelerini sağlamayı amaçlayan bu projenin okullarda tanıtılması gündemdeydi. Bu sayede, bu projenin okullarda tanıtımı ilk kez Amasra'da yapılmış olacaktı.

Bana söyleşi için verilen bir buçuk saatlik süreyi en rasyonel biçimde kullanabilmek için hazırlıklara başladım. Oysa anlatacak ne çok şeyim vardı. Paflagonia Projesi'nin nasıl doğduğu, ne şekilde geliştiği ve uygulandığı saatlerle anlatılabilirdi. Paflagonialı Enetler'in Veneto Bölgesi'ndeki 3200 yıllık yaşamları başlı başına günler sürecek bir sohbetin konusu olabilirdi. Enetlerin kralları Plaimenes'in ölümünden sonra Troialı Antenor'un ardından Troialılar ile birlikte şimdiki Veneto Bölgesi'ne ulaşıp buradaki halkla savaşmaları, Antenor'un bu savaşta ölen oğlunun anısına, tam da oğlunun vurulduğu noktada Patavium adını verdiği bir kent kurması, bu iki halkın ortak neslinin geliştirdiği ortak kültür, önce Etrüsklerle, sonra Romalılarla kurulan ittifak, Padova kentinin kurulmasından asırlar sonra, zorunluluklar sonucu yoktan var edilen topraklarda Venedik'in doğuşu, denizcilikte, gemi yapımcılığında, ahşap işlerinde ün kazanmış halkı, Amasralı ve Bartınlı "kuzenlerle" yakınlıkları vurgulanarak sunulabilirdi. Bartın'ın şimdilerde unutulmuş, mahalleler arası "taş oyunları" ile Venedik'in Dorsoduro Bölgesi'nde, San Trovaso'da yakın tarihe kadar yapılmış olan, bölgeler arası sopalı dövüşlerin birbirine ne kadar benzediği, rengarenk, çeşit çeşit tekne ile Venedik'in kanallarında ya da Bartın Nehri'nde şenlikler düzenlenmesinin ortak özellikler taşıdığı uzun bir söyleşinin konusu olabilirdi başlı başına.

Paflagonia Projesi ile başlayan, Köklere Yeniden Dönüş Projesi ve Anadolu Projesi ile devam eden ve Arkeologando Projesi, Barış Projesi gibi yeni projelerle zenginleşen çalışmalar da uzun uzun anlatılmalıydı. Paflagonia Projesi'nin yaratıcısı Dr. Ugo Silvello'nun ilk dönemde hemen her toplantıda gözlerinden akan mutluluk yaşlarıyla "küçücük bir fikirdi, kocaman bir projeye dönüştü" şeklinde tanımlayarak dile getirdiği gibi, gerçekten inanılmaz gelişmelerle her geçen gün daha da büyüyen ve adeta projeler zincirine dönüşen bu çalışmalardan her yaştan Amasralının haberdar olması sağlanmalıydı.

Anlatacak ne çok şeyim vardı. 2001'den bu yana her günüm Paflagonia Projesi ile doluydu. O zamana kadar, her anım Venedik, Veneto, Venet halkının tarihi ile doluyken şimdi bu projelere yoğunlaşmıştım. Yıllardan beri sürdüğüm araştırmalarda, tarih, öğrendikçe beni daha da çekiyordu içine. Belki de, kendinden, kendi geçmişinden bir şeyler bulma arayışıydı, ya da belki onu ortaya çıkarabilme çabasıydı benimki. Çanakkale'de doğmuştum. "Yeni nesil Troialı" diyordum soranlara. Belki de Venedik'e ilgim bundan kaynaklanıyordu. Şimdi, "yeni nesil Paflagonialılar'a" yani Amasralılar'a, Troialılar ile Paflagonialılar'ın soyundan gelen Venetolular'dan, Paflagonialı Enetlerden, onların Paflagonia'dan Troia'ya, oradan da Padova'ya, Veneto'ya uzanan öyküsünden, İliada'dan, Homeros'tan, Antenor'dan, bunlar üzerine şekillenen projelerden söz edecektim. Projeleri anlatmak üzere Dr. Ugo Silvello ile yazdığımız kitabı da tanıtacaktım. Bu amaçla, kitabı basmak üzere hazırlık yapan Arkeoloji ve Sanat Yayınları sahibi arkeolog Nezih Başgelen de bizimleydi.

İstanbul'dan 15 Ocak 2004 Perşembe günü çıktık yola. Ertesi gün, ilk sunum Anadolu Otelcilik Turizm Meslek Lisesi'nde, hem bu okulun hem de Amasra Lisesi'nin öğrencilerine yapıldı. Cumartesi günü de, Kilise Mescidi'nde buluştuk Amasralılarla. Önce, etkinliğin düzenleyicilerinden Hüseyin Çoban'ın dialarla sunumunu izledik beraberce. Onca güzelliğin içinde, bilinçsizliğin yarattığı çirkinlikler insanın içini acıtıyordu gerçekten. Kentlinin kentine sahip çıkabilmesi için kentlilik bilincini oluşturmayı önemseyen Hüseyin bey ve onun gibi düşünen dostları (eminim) büyük fedakarlıklar yaparak gerçekleştirmişlerdi bu buluşmayı. Ben, bir buçuk saatlik süre içinde onlarca kez Paflagonia, Enetler, Troia, İliada, Homeros, Veneto, Padova, Antenor, Paflagonia Projesi, Anadolu Projesi, Arkeologando Projesi, ortak tarih, ortak geçmiş ve daha bir çok sözcüğü tekrarlayıp durdum. Müthiş heyecanlıydım. Kafamın içinde yıllar boyu biriken her şeyi hemen paylaşıvermek istiyordum belki de. Ya da belki, ilk kez 1974'te tanıyıp "korunmuşluğuna" aşık olduğum ve bu nedenle mesleğimi bile bırakıp tarihini öğrenmeye çabaladığım Venedik tutkusunu, "yeni nesil Paflagonialılar"ın, yani Amasralılar'ın da, tıpkı Paflagonia Projesi'ni hayata geçiren Padovalı İtalyan dostlarımız gibi, Amasra için hissetmelerini sağlamak istiyordum. O merak duygusunun içlerine bir kez yerleşmesi, en azından bu konuda bir kitap okumaları çok önemliydi. Yerde buldukları bir taşı ellerine aldıklarında ona faklı bir gözle bakabilmeleri, üzerinde yaşadıkları bu olağanüstü doğa parçasının görünmeyen güzellikler ve özellikler de barındırdığını bilmeleri, sahip oldukları hazinenin muhteşem bir tarih ve kültür hazinesi olduğunu fark etmeleri hep bilgilenmeyle sağlanabilirdi. Sunumdan sonra, arkadaşlarımın dinlenmek için gittikleri bir kafede, kulaklarına ulaşan sohbetlerde Paflagonia, Enetler, Troia, İliada, Homeros adlarının geçmiş olması bir umut olabilir miydi?

18 Ocak sabahı, etkinliği düzenleyen Amasralı dostlar arkeolog Nezih Başgelen'i de alarak çevredeki yeni buluntuları keşfe çıktıklarında, ben Amasra'da tek başıma turlamaya karar verdim. Daha önce, hep büyük guruplarla gelmiş gönlümce gezememiştim bu güzelim yeri. Kemere Köprüsü'ne gittim doğruca. Aşağıda, denizin içinde öylece yatan orijinal taş bloklara bakakaldım. Bir de, bu bembeyaz, yepyeni taş bloklara... Tarih katliamı dedikleri bu olsa gerekti. Venedik'i düşündüm, Büyük kanal üzerindeki Rialto Köprüsü'nü ... 1200'lerde yapılan ilk ahşap köprü yanmıştı. 1444'te yenisi çökmüştü. Bir sonraki 1514'te yine yanmıştı. Ama 1524- 1592 arasında tamamlanan İstri mermerinden köprü halen ayaktaydı. Kemere Köprüsü ondan birkaç yüzyıl daha yaşlı olabilirdi, bilemiyorum. Olsun. Madem ki, yöreye has blok taşlardan yapılmıştı, restorasyonu da aslına tamamen sadık kalınarak yapılabilirdi. Oysa, bu, dönemin yapılarına son derece ters düşen bu görüntüsü ile tam bir felaketti. Köprüye bir de uzaktan bakmak için kemerli kapıdan içeri girip sola döndüm. Nasıl olup da, böyle çirkin ve anlamsız çok katlı binaların yapımına izin verilebildiğini kavramaya çalışırken, kemerli bir duvarın arkasına inşa edilmiş çirkinlik abidesi bir evin bahçesinde biriken suyun akması için evin sahibinin o yüzlerce yıllık kemerli duvarı delip bir plastik boru geçirerek etrafını güzelce(!) harçla sıvamış olduğunu içim sızlayarak gözlemledim. Köprünün birkaç fotoğrafını çekip, aksi yöne doğru yürümeye başladım. Ağlayan bir ağacın olduğu iddia edilen çay bahçesine giderken pek çok antik sütun ve sütun başının yeni inşa edilmekte olan evlerin girişlerine monte edilmek üzere hazırlandığını dehşet içinde gördüm. Dünyanın en muhteşem adasında değil, en sıradan doğa parçasında bile yapılamayacak bir katliamdı bu. Hiçbir imar kuralına uymayan, gecekondudan beter bu yapılara nasıl göz yumuluyordu? Evinin eskimiş klozetini, kırık somyasını, bozuk yatağını, paslı ayakları çarpılmış sandalyesini ortalığa saçanlara neden kimse "dur" diyemiyordu? Burada çok sıkı kurallarla korunması gereken tarihi dokunun dışında doğa da hoyratça yok ediliyordu. Daracık sokaklarda yürürken Venedik'i düşündüm yeniden. Büyük büyük dededen kalma, birkaç yüz yıllık evin sadece kapısını onarmak için bile belediyeden bir dizi izinler, onaylar gerekiyordu. Her aşama kontrol altında kaydediliyordu. Ve tarih, "Venedik'te zaman Ortaçağ'da donmuştu" dedirtecek şekilde geçmişten geleceğe aktarılabiliyordu. Venedik, bunun için Venedik olmuştu. Venedik, aslında toprağa bile sahip değilken, yoktan var edilmiş, 1500 yıllık tarihiyle dünyanın gözdesi olmayı böylelikle başarabilmişti. Amasra ise, ondan çok daha eskilere dayanan tarihi, muhteşem bir kültür birikimi, inanılmaz derecede güzel doğal zenginliği ile dünyanın gözbebeği olabilecekken, kendi kendini yok ediyordu. Aynı topraklarda yaşayan, Paflagonialı iki halk birbirinden nasıl bu kadar farklı olabiliyordu? Anlaşılan o ki; kentli bu konularda yeterince bilinçlenmedikçe kentine sahip çıkamayacak, koruyup kollayamayacaktı. Amasralıya Amasra'nın paha biçilmez bir mücevher sandığı olduğu anlatılmalıydı.

İşte bunun için, bu bir avuç gönüllü, Amasra sevdalısı, Kent Kültürü Araştırmaları adı altında çalışmalara başlamış ve ilk toplantı için beni davet etmişti. Ayrılma vakti geldiğinde, birbirimizi gözden kaybedene kadar el salladık karşılıklı. Oysa, daha anlatacak, konuşacak ne çok şey vardı...

EMEL (ALTAN) EGE 21 OCAK 2004