DOĞU’NUN İNCİSİ; SHANGHAI ( ŞANGHAY )

"Haydi hazırlan, Çin’e gidiyoruz!”… Bu cümleyi ilk duyduğumda, önce şaka sandım ama çok geçmeden gerçeği kavradım. Çünkü, üzerinde adımın yazılı olduğu THY biletleri önümde duruyordu; IST/ PVG/ IST. Yani, Şanghay’ın Pudong Havalimanı’na inecek olan TK 0026 sefer sayılı uçakta bu kez, ben de olacaktım. Yolculuğun bu kadar uzun oluşu gözümü korkutmuyor değildi. Ancak, Çin’in sadece çekik gözlülerle ucuz mallardan ibaret olmadığını da bildiğimden bir yanım hep gitmek istiyordu. Yıllar önce, bir vesile elime geçen Zhou Zhuang fotoğrafları beni öylesine büyülemişti ki, orayı da bir gün mutlaka görmem gereken yerler listesine alıvermiştim. Gece yarısına doğru, hayatımın en uzun uçuşu başlarken hiç tanımadığım gizemli bir dünyada uyanmak üzere derin bir uykuya daldım. Sürekli Doğu’ya doğru uçtuğumuz için, birkaç saat sonra ufukta muhteşem bir kızıllık belirdiğini gözlerimi hafifçe aralayınca fark ettim. Hosteslerin pencereleri kapama uyarıyla birlikte dışarı bakınca da o olağanüstü bir manzarayla karşılaştım; Sivri sivri karlı tepeleriyle Himalayalar tam da altımızda uzanıp gidiyordu. Öylesine yakınlardı ki… Seyre doyamadım. Uyur uyanık geçen saatlerde, şimdiye kadar hiç görmediğim güzellikte akarsular, tepeler, yeşillikler gördüm. Sonrasında, yine uykuya yenik düştüm. Gözümü açtığımda uçağımız alçalmaya başlamıştı. Artık, geçtiğimiz yerleri daha net seçebiliyordum. Nihayetinde, uçağımızın tekerlekleri piste değdi.

Şanghay’ın Pudong Havalimanı şimdiye kadar gördüklerim içinde en büyüklerinden biri. Taksi şirketiyle önceden internetten yaptığımız anlaşma sayesinde diğerleri gibi uzun bir bekleyiş yaşamadan, bizi karşılayan yetkiliyle beraber arabamıza kurulup merkeze doğru yol alırken, Çin’in artık o eski filmlerdeki halinden eser kalmadığını gözlemledim. Yirmi milyondan fazla insanın yaşadığı bu “mega kent”te yaklaşık 4.000.000 kadar araç var ama trafik oldukça düzenli. Mevsime rağmen hava son derece güzel, güneşli. Sadece hafif sis var, bir de Çin’e özgü yemeklerin bana biraz ağır gelen kızartma kokusu. Hafta sonu olduğu için aileler bisikletlerle dolaşmaya çıkmış, kırmızı ışıkta her durduğumuzda önümüzden yüzlercesi geçiyor. Ama artık, insanların çektiği “çekçek”ler çoktan tarihe karışmış. Dev reklam panolarındaki Çince yazılar olmasa kendimi büyük bir batı kentinde sanacağım. Arabanın camından gökdelenlerin katlarını saymaya yetişemiyorum. Eski Çin mahalleleri yerle bir ediliyor, yerine çok katlılardan oluşan modern siteler yapılıyor. Shanghai kocaman bir şantiye gibi, her meydanda mutlaka bir inşa faaliyeti var. İnşaata başlarken bizdeki kurban adeti yerine çatapat ya da fişek patlatılması vazgeçilmez bir Çin geleneği. Bölgeye can veren Yangtze Nehri’nin bir kolu olan ve şehri boydan boya ikiye bölen 97 kilometre uzunluğundaki Huangpu Nehri kıyısındaki yürüyüş alanları yeşilliklerle donanmış. Derinliği yer yer 30 metreye ulaşan ve med-cezir hareketlerinin bariz biçimde gözlemlenebildiği nehirdeki dev tonajlı gemi trafiği bana Boğaz’ı hatırlatıyor. Lüks gezinti tekneleri kocaman gemilerle yarışırcasına ilerlerken ortaya çıkan manzaraya doyum olmuyor. Üzerindeki saat kulesiyle tanınan gümrük binasıyla bankaların bulunduğu neo-klasik yapıların yanında Halk Kahramanları Anıtı’nın da yer aldığı Bund’un tam karşısındaki televizyon kulesi, deniz seviyesinden 43 metre yüksekteki Şanghay’ın simgelerinden biri. Tam adı “Shanghai Oriental Pearl TV Tower” yani “Doğu’nun İncisi Şanghay TV Kulesi” olan bu yapı 468 metre yüksekliğiyle dünyanın en büyük üçüncü TV kulesi. Üzerindeki küreler güneşin ışıklarıyla pembemsi inci taneleri gibi parıldıyor.

İinci ve ipek; Asırlar boyu Çin’i gizemli ve değerli kılan iki ürün. Tarihi “İpek Yolu’nun en büyük amacı. Marco Polo’yu bile doğduğu topraklardan bu kadar uzaklara taşıyan ve burada uzun yıllar kalmasına neden olan karşı konulmaz cazibe. Marco Polo’yu daha iyi anlayabilmek için bunların üretildiği Taihu Gölü’ne doğru yola çıkıyoruz. Tek isteğim, yıllardır resimlerine bakarak iç geçirdiğim Zhou Zhuang’ı yani Çin’in Venedik’ini görebilmek. İstanbul gibi çok geniş bir alana yayılmış olan Şanghay’dan çıkıp muntazam bir otobanda yaklaşık 90 kilometre kadar ilerleyerek kocaman bir deltaya ulaşıyoruz. Gerçekten de Venedik’e şaşırtıcı biçimde benzeyen lagünde, gölün içinde göz alabildiğine uzanan dalyanlar dikkatimizi çekiyor. Bunların inci midyesi üretim merkezleri olduğunu öğreniyoruz. Lagünün en büyük yerleşim merkezlerinden biri Su Zhou kenti. Yaklaşık 7.000.000 nüfusuyla bu kent, modernleşmenin olumsuz etkilerinden fazlasıyla nasibini almış ve kimliğini yitirmiş. Küçük bir bölümü ayakta kalmış olan sur duvarlarıyla birkaç Venedik tarzı köprü dışında, karakteristik mimari sergileyen az sayıdaki evle Çince tabelalar da olmasa kendimi herhangi bir orta Avrupa sanayi kentinde sanmam hiç de şaşırtıcı değil. Her yerde fabrikalar ve seralar var. Buraya gelen turistlerin mutlaka uğradığı, müze olarak kullanılan 500 yıllık bir yapıya girince filmlerdeki Çin karşıma çıkıyor işte. İçinde kutsal sayılan kırmızı balıkların yüzdüğü, yöreye özgü heykelsi taşlarla süslü minik yapay bir göl, ortasında klasik Çin Köşkü, çevresinde konutlar. Giriş kapılarındaki eşsiz ahşap oymalarda o ev ahalisinin günlük yaşamı anlatılıyor. Avlu zemini son derece zarif işlenmiş taş mozaiklerle kaplı. Evlerin girişindeki geniş salon sadece erkeler için. İkinci avlunun ardındaki bölümde kadınların yaşadığı büyük oda var. Üst katlarda ise, evlenmemiş kızların kaldığı ve genelde el işleriyle oyalandığı, kafes pencereli bölüm yer alıyor. Harika bir işcilik sergileyen ahşap mobilyaların yanı sıra her biri ayrı anlam taşıyan pencere süslemeleri de hayli dikkat çekici. Bahçede çeşitli bonzai örnekleri var. Evlerde mutlak bir kütüphane ve çalışma odası oluyor. Bölge yönetiminde ciddi söz sahibi olan önemli bir ailenin yaşadığı belirtilen bu evde geleneksel Çin sanatı üzerine de eserler verildiği anlatılıyor. Su Zhou şehrini ikiye bölen ve üzerinde kosterlerin cirit attığı Büyük Kanal ( Jing Hang)’daki geniş köprüden geçip, az ilerdeki ipek fabrikasına gidiyoruz. Her yerde dut ağaçları var. Sadece kadınların çalıştığı fabrikanın içini, kaynamakta olan ipek böceği kozalarının kokusu sarmış. Burada, yüzlerce, hatta binlerce yıllık ipek üretim tekniklerinin her aşaması izlenebiliyor. Bir zamanlar batılıların çözmeye çalıştığı tüm sırlar şimdilerde şov gibi sunuluyor. Fabrika yakınındaki turistik lokantada geleneksel Çin yemeklerinin tadına bakıyoruz. Buharda pişmiş sebzelerle yumurtalı pirinç ve karidesler konusunda yabancılık çekmesek de, buraya özgü bir tatlı su balığının şekerli sunumu pek hoşumuza gitmiyor. Çin’in vazgeçilmezi yeşil çay, sofraların da olmazsa olmazı. Yemek sonrası buraya veda edip 30 kilometre kadar ilerledikten sonra 1000 yıl öncesinin Venedik’ine benzeyen Zhou Zhuang’a ulaşıyoruz. Bölgede, buraya benzer onlarca yerleşim daha var; Tongli, Luzhi, Shaxi, Jinxi, Qiandeng, Zhenze, Shengze… Daracık sokakları, kanalları ve köprüleriyle, en önemlisi de tek kürekli gondol benzeri tekneleriyle Venedik’in asırlar önceki halini anımsatan bu masalsı şehirde ilkin bir tekne turu yapıyoruz. Her bir kanalda büyüleyici yansımalar görüntülerken yemek hazırlayan kadınların pek de temiz olmayan bu sularda sebzelerini ve çamaşırlarını yıkadıklarına hayretle şahit oluyoruz. Evlerin bir kapıları kanala, diğeriyse sokağa açılıyor. Yaşlı Çinli kadınlar sokak tezgahlarında güneşte kuruttukları küçük balıklarla karidesleri satmaya çalışıyor. Evlerin giriş katlarındaki dükkanlarda yöreye özgü el sanatları sergileniyor ve satılıyor. Ancak, geleneksel olanlar yazık ki, ölmeye yüz tutmuş…çoğu o çok bildiğimiz Çin mallarıyla dolu. Neredeyse her dükkanda mutlaka ipek ve inci satılıyor. Ama bunlar genelde sıradan olanlar, değerlileri Şanghay’daki özel merkezlerde bulunuyor. Daracık sokakların birinde, küçücük dükkanında Zhou Zhuang evlerinin birebir taş maketlerini hazırlayan “son” sanatçıyı izlemeye doyamıyor, dayanamayıp bir tane satın alıyoruz. Kadınların lagündeki sazlıklardan toplayıp şekillendirdikleri hasır bebeklerden, ahşap oymalardan, renkli masklarla hatıralık biblolardan alıp, Tao ve Buda tapınaklarını da ziyaret ederek , bugün sadece 2000 ailenin yaşadığı bu küçük kentin opera binasına giriyoruz. Şansımıza onbeş dakika sonra bir gösteri var. Sözlerinden anlamasak da meşhur Çin Operası’nı izlemek keyifli oluyor. Sonrasında, % 60’ı Ming (1368-1644) ve Qing (1644-1911) hanedanlığı dönemlerinde yapılmış evleri gezmeye başlıyoruz. En dikkat çekici özellikleri zarafet olan bu evlerin yapısı da Su Zhou’da gezdiğimizle aynı. Burada, o dönemden kalan yüz kadar ev ve 60 civarında kesme taş köprü var. Shen, Zhang, Ze aileleriyle Ye Chucang’ın müze-evlerini ziyaret ediyoruz. Suya doğru eğilmiş salkımsöğütlerle kanal boyunca asılı duran kırmızı kağıt fenerlerin sudaki yansımalarını seyre doyum olmuyor. Kırmızı bizim için şansın rengidir, diyor rehberimiz. Özellikle yeni yıl kutlamalarında mutlaka kırmızı fenerler oluyor.. Zhou Zhuang’ta antik kent girişindeki onlarca otelin yanı sıra bir hastane, bir eczane, geleneksel tıp- ecza müzesi, şarap evi, pek çok da restoran var. Her adımda Marco Polo’yu anarak ve anlayarak turumuzu bitiriyor, buradan hiç ayrılmak istemesek de, zaman tünelinde bir yolculuk yapmışçasına keyifli ve mutlu, yeniden Şanghay’a, modern dünyaya dönüyoruz.  

Şanghay’dan sadece bir buçuk saatlik mesafede, tarih boyunca inci ile ipeğin merkezi konumunda olan, “yukarıda cennet varsa yeryüzünde de Zhou Zhuang var” dedikleri, Jiangsu bölgesinin Kunshan kentine bağlı bu küçük yerleşim yeri 1998 yılından beri Dünya Kültür Mirası’nın nadide bir parçası. Tarihi İpek Yolu’nun en doğu ucunda bulunan ve adı “Zhou’nun köyü” anlamına gelen Zhou Zhuang’ın kuruluş tarihi 1086’ya kadar uzanıyor. En önemli ziyaretçilerden birinin Marco Polo olması da buranın batıda, “Doğu’nun Venedik’i olarak tanınmasını sağlıyor. Zaten, Zhou Zhuang’ta herşey bana Venedik’i hatırlatıyor.

Her biri yüz katlı onlarca gökdelenle Newyork’a benzeyen modern Şanghay’ın merkezinde de hala geçmişi yaşatan, eski Çin’in özelliklerini yansıtan Old Town’a giriyoruz. Burası, bizim Kapalı Çarşı’ya benziyor. Birkaç yüz yıllık geleneksel yapıların duvarlarında Batı’nın ünlü fastfood zincirlerinin reklam panoları asılı. Çinliler kızarmış tavuğa bayılıyor, bu yüzden adım başı bildik bir markanın şubesine rastlıyoruz. Her yer, hediyelik eşya dükkanları, etrafa kızartma kokuları yayan restoranlar, ucuz mallar satan tezgahlarla dolu. Verdikleri fiyatın yarısından da azına alışveriş yapılıyor. Hemen hiç ingilizce bilmediklerinden, anlaşma hesap makinalarına karşılıklı yazılan rakamlarla sağlanıyor. Sonuçta, her türlü mal onların istedikleri değil, sizin önerdiğiniz fiyata alınabiliyor. Buradaki lüks kuyumcular ise mutlaka silahlı güvenlikçiler tarafından korunuyor. Sokaklardaki temizlik ve düzenden de gönüllü zabıta birimleri sorumlu. Arka sokaklara doğru gittikçe gecekondu tipi yapılarla karşılaşıyoruz. Eski Çin mahalleleri tam da aradığımız nostaljik manzarayı sunuyor. Sokağa kurulmuş derme çatma esnaf lokantalarının muşamba örtülü masalarında iştahla yemek yiyen işçiler görüyoruz. Old Town’da, yabancıdan çok Çinli turist var. Öğle vakti gelince Çin mantısı yapan dükkanların önünde uzun kuyruklar oluşuyor. Biz de, meşhur sebzeli Çin böreğinden tatmak için bir başka kuyruğa giriyoruz. Sadece 6 Yuan (1.25 TL) karşılığı leziz börekler yiyoruz. Burada hayat bizim için çok ucuz. Taksi bulmakta hiç zorluk çekmiyoruz. Nehrin bir yanından öteki kıyıya sürekli taksiyle geziyoruz ve en çok 5 TL civarında para ödüyoruz. Taksilerin hepsi devlete ait ve numaralandırılmış. Şöförler üniformalı ve beyaz eldivenli. Araca bindiğiniz anda taksimetre açılıyor ve inişte mutlaka fiş veriliyor. Nehrin üzerinde iki tane asma köprü yapılmış ama en çok alttan geçen tüneller kullanılıyor. Bund ve Pudong arasında bunlardan üç tane var, biri 2 numaralı metro için. Ondan fazla metro hattının bulunduğu kent içinde de dışında da ulaşım oldukça kolay ve rahat. Güvenli bir şehir olmasının yanı sıra Shanghay’ın iklimi de (kışın 8-10 *C, yazın 30 *C civarı) hayli uygun. Burada sürekli yaşayan Türklerin sayısı bini aşmış. Çoğu, Türkiye’deki banka, inşaat ve taşımacılık şirketinin temsilcisi olarak çalışıyor.

Bin yıl kadar önce, ilk kurulduğunda küçük bir balıkçılık ve dokumacılık merkezi olan Şanghay 1850’lerden itibaren önemli bir ticaret limanı olarak gelişmeye başlamış, 1950’lerde uluslararası finans ve ticaret merkezi haline gelmiş ve 2005’te de dünyanın en büyük kargo limanı olmuş. Çok sayıda yabancı şirket burada şube açınca özellikle burada yerleşik yabancıların ve Çinli zenginlerin yaşadığı lüks konutlar yapılmış. Bunların en ünlülerinden, nehir manzaralı Thomson blokları çok ünlü markalar tarafından dekore edilmiş ve dünyaca tanınan sanatçıların eserleriyle donatılmış. Hal böyle olunca da, dairelerin satış fiyatları 200.000, kiraları da 10-15.000 dolara kadar çıkmış. Şanghay, bugün Çin’in en büyük şehri olarak kültür, sanat ve edebiyatın da merkezi konumunda. Her yıl uluslararası film festivalinin düzenlendiği merkezde, yirminin üzerinde önemli müze, tiyatro, sinema, opera ve sergi salonları bulunuyor. Bale ve konser etkinliklerine evsahipliği yapan Sh. Grand Theatre 62.000 metrekare üzerine kurulu binasındaki üç salonda aynı anda 2.700 kişiyi ağırlayabiliyor. Dünyanın en yüksek otelinin bulunduğu 420 metrelik Jinmao Tower, aynı zamanda dünyanın en yüksek dördüncü kulesi olarak biliniyor. Nanjing Rd., Pudong Rd., Central Huaihai Rd. üzerindeki yüzlerce alışveriş merkezinde dünyanın en ünlü markaları satılıyor, tüm mağazalar gece 22.00’ye kadar açık tutuluyor. Burada hayat, günün her saati çok canlı. TV kulesinin hemen yanındaki devasa akvaryumda dünya denizleriyle nehirlerinin tüm canlılarını görmek mümkün; köpekbalığından timsaha, penguenden deniz atına, yengeçten deniz anasına kadar suda yaşayan envai türde canlı, akvaryumun altından geçen uzun cam tünelden gözlenebiliyor. 1954’de kurulan hayvanat bahçesinde ise 3000’den fazla hayvan barınıyor. Şanghay, 2004’den beri de Formula-1’e evsahipliği yapıyor. Şanghay’da en ilgimizi çeken şeylerden biri de istisnasız her gün, bütün evlerin balkonlarından, camlarından sarkıtılan çamaşırlar. Burayı dev bir çamaşırhaneye benzetiyorum. Yüksek apartmanların genelde kapalı olan balkonlarında, az katlı binalarda pencerelerden sarkıtılan sopalar üzerine gerilen iplerde, tek katlıların da bahçelerinde mutlaka çamaşır dolu oluyor. En ilginci, yol üzerlerinde küçük dükkanlarda çalışan kadınların sabahları bisikletlerinin arkasına taktıkları sepetlerle taşıdıkları çamaşırlarını sokakta, kaldırımlara gerdikleri iplere asmaları. Her yerde, çarşaflar, iç çamaşırları, pantolon, kazak ve montlar, hatta yorgan ve battaniyeler sallanıyor. Taksi ile son bir şehir turu atarken rüzgarda bayrak gibi sallanan rengarenk çamaşırlar sanki bana el sallıyor. Şanghay’ı doyasıya yaşamak için on gün yetmiyor. Buraya bir kez daha gelebilmeyi dileyerek yeniden yola koyuluyorum. İstikamet; 75 kilometre ötedeki Pudong Havalimanı. Elveda Şanghay, Doğu’nun incisi! …seni özleyeceğim.

 Emel ALTAN EGE
31 Mart 2010

 İstanbul- Şanghay-İstanbul