Günün ilk ışıkları çatıdaki penceremden içeri
girdiğinde, bir an bulunduğum yeri ve zamanı algılamakta zorlandım.
15. y.y.'dan kalma
bu muhteşem taş binanın ahşap konsol, yatak ve dolaplarla döşeli,
duvarları çiçek motifleriyle bezeli çatı odasında işim neydi? Uyumaya
çalıştıkça daha bir daldım düşselliğe...
Çevredeki binaların kiremitlerinin üzerinden hoş bir Ortaçağ manzarası
sunan çatı penceresine, üç beş basamaklı konsola tırmanıp ulaştığımda
büyülendim. Oysa, gece yarısı Hotel de Paris'in lobisinde otel görevlisi
"eğer merdiven çıkmayı göze alırsanız size otelimizin eski
bölümünden bir oda verebiliriz, yok eğer yenilenmiş bölümde kalmak
isterseniz asansörümüz var" dediğinde tercihimi yaparken bu
denli isabetli bir karar vermiş olduğumu henüz bilmiyordum. Elimde
valizimle ihtişamlı, geniş, taş basamakları ağır ağır tırmanırken,
Venedik'li Ricardo ustanın elinden çıkan, incilerle süslü minik
fiyonklu iskarpinleriyle, dantel jüponlu kor rengi saten tuvaletinin
eteklerini sŸrŸye sŸrŸye, hayatİnİn ilk balosuna katİlacak olmanİn
heyecanİndan yanaklarİ al
al olmuş Beatrice'nin yanİmdan geçer gibi olduĞunu duyumsadİm. Labirent
misali koridorlarda yolumu bulmaya çalışarak, ilerdeki merdivenden
bir kat daha çıkıp, odamın kapısına, muhtemelen sarayın hizmetçi
odasına, ulaşmıştım. Yüzyıllar öncesinde belki de binanın en değersiz
bu çatı odası şimdi bana inanılmaz güzellikler sunuyordu. Gece uykuya
dalarken biraz ürpermiş, bu odada yaşanmış olabilecekleri hayal
etmiştim;
"Felicia bütün birgün hanımefendinin
hizmetinde oradan araya koşturup durmuş, son konuğu da uğurlayıp,
hanımefendisini özenle uykuya hazırladıktan sonra "iyi geceler"
dileyip, kandilini eline almış, bu taş basamakları ağır ve yorgun
adımlarla tırmanıp odasının kapısını belindeki ipe bağladığı anahtarıyla
açmış ve artık kendine özel dünyasına kavuşmanın huzurunu duymuştu.
Şöminesindeki korları karıştırıp, bir-iki
odun parçası daha ekledi. Kandilini ahşap konsolun üzerine bıraktı.Sonra,
o üzeri çiçek motifleriyle bezeli, oymalı ahşap dolabının kapağını
açtı, yün şalını çıkardı. Şalı omuzlarına dolayıp, saçlarını tutan
kemik tokaları
komidinin çekmecesine koydu, tarağını aldı. Aceleyle konsolun basamaklarına
tırmandı. Çatı penceresini araladı. Bir yandan örgülerini açtığı
saçlarını üzeri mineli tarağıyla tarıyor, bir yandan da gökyüzünde
parıldayan yıldızların arasında her gece dertleştiği o en parlak
olanını arıyordu.
Yarın izin günüydü. İki gün önce pazarda
ışıl ışıl gözleriyle kendisine gülümseyen narin yapılı delikanlının
gizlice ve aceleyle eline tutuşturduğu kağıt parçasını hatırladı.
Kalbi heyecanla çarpıyordu. Fiesole'den buraya çalışmaya getirildiği
günden beri hiçbir izin gününü böylesi dayanılmaz özlemle beklememişti.
Kandilin ışığı rüzgarın etkisiyle dalgalanınca, pencereyi kapatıp,
konsoldan aşağıya indi. Bir an önce sabah olmasını dileyerek, uykuya
daldı...
Sabah erkenden uyandı. İçinde tarifsiz bir sevinç, müthiş bir heyecan
vardİ. O gün karşılaştıklarında giydiği eteği giyip, kor rengi şalını
omuzuna attı. Basamaklardan uçarcasına inip, sokağa çıktığında önce
kestirmeden gitmeyi düşündü. Ama belki de Lorenzo'su onu meydanın
köşesinde beklerdi. Hemen sola saptı. Sokakta henüz kimsecikler
yoktu. Sabah ayazından mıdır nedir, içi ürperiverdi birden.Santa
Maria Maggiore'nin yanından meydana doğru yürüdü. Her gördüğünde
kendisine bol kremalı çukulatalı pastayı hatırlatan Santa Maria
del Fiore'nin önüne geldiğinde biraz soluklandı. Buraya ne zaman
gelse, köyündeki küçük kiliseyi, ailesini, çocukluğunun düşlerini
hatırlıyordu. Annesinin
ördüğü şala sıkıca sarıldı. Gün gelip de böylesi ihtişamlı bir kentte
yaşayabileceğini asla aklına getirmemişti. İki atlı küçük arabayla,
amcası ve kuzeniyle birlikte ağaçlı toprak yoldan ilerleyip, kendisine
sonsuzmuş gibi gelen bu büyük kente ilk girdiğinde büyülenmişti.
Eriyen karların da etkisiyle daha bir güçlü akan Arno'nun iki kıyısındaki
ahşap çıkmalı, kiremit çatılı, birbirinden hoş binalar gün batımının
kızıl ışıklarıyla altın rengine bürünmüş, bir ressamın tuvaline
yansır gibi, suyun üzerinde sarı-turuncu-kırmızı gölgeler oluşturmuştu.
Zaten bu kentte herşey biraz kızıldı.Kentin dörtbir yanındaki dokumacılar
ellerindeki yün ve ipekleri hoş bir kızıla boyayıp, tezgahlarında
işliyorlardı. Dönemin bilinen dünyasında, Çin'in ipeklilerinden
sonra Floransa'nın dokumalarının ününü duymayan kalmamıştı. Lonca
üyeleri öylesine zenginleşmişti ki, bir yandan kentin mimarisine
hamilik yaparken, bir yandan da Floransa Bankası'nı Venedik bankalarından
bile üstün bir konuma oturtmuşlardı. Ama Felicia'nın Lorenzo'su
kentin pazarına getirdiği taze sebzelerle günlük yumurtaları satmaya
çalışan babasına yardım eden fakir bir kasaba delikanlısıydı. Felicia
adımlarını sıklaştırdı, geniş yoldan Eski Köprü'ye doğru hızlı hızlı
ilerledi. Uzaktan pazar yerine mallarını getiren satıcıların arabalarını
gördü. Nefes nefese sokağın köşesine kadar koştu. Birden büyük bir
çuvalı arabadan indirmeye çalışan Lorenzo ile gözgöze geldiler.
İkisinin de gözleri heyecandan ışıl ışıldı. Felicia hızla sokağı
geçti. Henüz ahşap kepenkleri açılmamış dükkanların arasından yürüyerek
Eski Köprü'nün tam ortasındaki 'seyirlik'in kuytusuna gizlendi.
Lorenzo da babasına birşeyler fısıldayıp fırlamıştı arkasından.
Bir an Felicia'yİ göremeyince "hayal miydi ?" diye düşündü.
Uçtaki dükkanın kepenklerinin arkasından eline uzandı ve onu kendine
doğru çekiverdi Felicia...
Kadınlar, Arno kıyısına iniyorlardı ellerinde
çamaşırları ve tokaçlarıyla. Birazdan ortalık hareketlenecek, tahta
kepenkler bir bir açılacak, dokuma tezgahlarının tekdüze tıkırtıları
pazarcıların bağırışlarına karışacaktı."
Birden odamın kapısı birkaç kez çalındı.
Kat görevlisi temizlik için gelmişti. Çoktan öğlen olmuştu bile.
Ve ben, sabah erkenden çıkıp bu kentin büyüsünü yaşamaya niyetliyken,
düşlere dalıp gitmiştim. Zaten bu kentte neyin düş, neyin gerçek
olduğunu ayırt etmek öylesine zor ki...
EMEL ALTAN EGE 25 OCAK 2000