Muhtemelen M.Ö. 1200'lerde, Anadolu'nun en
batısında, Çanakkale Boğazı girişine hakim bir tepede, döneminin
en zengin kentlerinden biri vardı. Uzak ve yakın komşularıyla ticari
ve siyasi ilişkilerini iyi tutmayı başaran bu kentin insanları refah
içinde yaşardı.Güçlü sur duvarlarının çevrelediği kentin en güzel
yerine kurulmuş ihtişamlı sarayda Priamos adlı bir kral, eşi, oğulları,
kızları ve gelinleri ile güzel bir hayat sürmekteyken ailenin başına
gelen felaket, bu güzel kentin de sonunu getirdi. Dostane bir ziyaret
için denizaşırı komşulardan Sparta'ya gönderilen yakışıklı prens
Paris, kralın ihtişamlı sarayında konuk edilmekteyken gönlünü kral
Menelaos'un güzelliğiyle dillere destan karısı Helena'ya kaptırıp,
onu kaçırarak, paha biçilmez değerde hazinesiyle birlikte Troia'ya
getirince olanlar oldu.
Efsaneye göre biliciler bu olayları çok önceden krala haber vermişler,
ama ne var ki önüne geçememişlerdi. Kraliçe Hekabe Paris'e hamile
kaldığında, rüyasında karnından çıkan alevlerin Troia'yı sarıp tamamen
yok ettiğini gördüğünü söyleyince, çocuğun doğar doğmaz öldürülmesi
gerektiğini bildirseler de, Paris'in şansı yaver gider ve terk edildiği
ormanda önce dişi bir ayı tarafından büyütülür, sonra da onu bulan
bir çoban tarafından evlat edinilir. Troia'nın hemen arkasında yükselen
İda dağında yaşayan bu yakışıklı genç, Tanrı Zeus tarafından burada
yapılacak olan güzellik yarışmasına hakem tayin edilir. Zeus'un
karısı kıskanç Hera, kızı savaş tanrıçası Athena ile aşk ve güzellik
tanrıçası Afrodit yarışmayı kazanabilmek ve ödül olarak sunulan
Altın Elma'yı alabilmek için kıyasıya mücadeleye girişirler. Athena
Paris'e sonsuz akıl, başarı ve güç, Hera tüm Asya topraklarının
hakimiyetini, Afrodit ise aşk vaadeder. Üstelik bu aşk, güzel Helena'nın
aşkı olacaktır. Paris'in Altın Elma'yı Afrodit'e sunması, İliada'da
uzun uzun betimlenen Troia savaşına tanrıların da katılması sonucunu
getirir. Bir yanda ölümlüler savaşırken, öte yanda tanrılar da birbirlerini
alt etmeye çalışırlar.
Karısının kaçırılması ile çılgına dönen kral Menelaos, kardeşi Miken
kralı Agamemnon'dan yardım ister. Sayıları 1000'i aşan gemi, 144.000
civarında Akha savaşçısını Troia önlerine getirir. Hektor'un yönetimindeki
"uzun mızraklı" Troia savaşçıları 10.000'i bile bulmayan
sayıları ile bu ordunun karşısında duramayacağını bildiğinden, dost
Anadolu kavimlerinden yardım istenir. Sayıları binlerle ifade edilen
ordularıyla Troia'nın yardımına koşan halklar İliada'da tek tek
anılır. On yıl süren kuşatmanın ardından 51 gün süren büyük savaşa
katılanlardan biri de Demir Atlılar olarak ünlenen Paflagonialı
Enetler'dir.
Troia savaşını ve sonrasında yaşanan gelişmeleri tüm ayrıntıları
ile içinde barındıran ünlü destan İliada (ve tabii Odysseia), yüzyıllardır
kendisi gibi efsane mi gerçek mi olduğuna karar verilemeyen yaratıcısı
Homeros'un adı ile birlikte anılır.
Homeros kimdir ?
Homeros adı, İsa'dan önceki dokuzuncu yüzyıldan
beri dilden dile geçer, onun anlattıkları nesilden nesile aktarılırken
tartışmalar hiç sonlanmadı. Tartışılmaz olan, destanların edebi
değeriydi. Platon'dan Heredot'a pek çok yazar,tarihçi, bilimadamı
onun yaşadığı dönem, aslen nereli olduğu, Troia Savaşı'nı bu kadar
detaylı anlatmasına karşılık yaşananlara bizzat şahitlik etmiş olup
olmadığı, destanlarını yazılı olarak mı sözlü olarak mı yarattığı
ve daha onlarca konu hakkında tartışıp dururlardı. Hemen hepsi onun
dizelerini ezbere okurlardı ama Homeros'un yaşamı daima soru işaretleri
içeriyordu. Bazıları, o kördü, yazamazdı diyordu. Bazıları, yazılanlar
hep hayal ürünü, hayalinde yaşattıklarını dizelere dökmüş iddiasında
bulunuyordu. O dönemde yazının kullanılmadığını söyleyecek kadar
ileri gidenler bile olmuştu.
Çağlar boyunca İliada farklı farklı yorumlarla çeşitli tartışmaların
konusu oldu. Kimi zaman gündemin baş köşesine oturdu, kimi zaman
unutulmaya yüz tuttu. 1795 yılına gelindiğinde, Frederic-August
Wolf isminde bir Alman, Homeros adında birinin hiç yaşamadığını,
destanların değişik dönemlerde birbirine eklenmiş farklı dizelerden
oluşturulduğunu ileri sürdü. Ona göre sadece İliada değil, Homeros'un
kendisi de bir hayal ürünüydü. Bir başka düşünceye göre ise, Homeros
sözlü geleneği sürdüren Egeli bir ozandı, şehirden şehre gezip saraylarda
destan okurdu. Onun yaşadığı dönemde, Troia Savaşı hala ilgi duyulan
ve bilinen bir konuydu. Şimdilerde Avrupa edebiyatının kurucusu
olarak değerlendirilen Homeros, dinleyicilerine bu savaşı, kahramanları,
mekanları oldukça süslü bir dille aktarırdı. İliada'yı çekici kılan
da buydu.
Her türlü tartışmanın ötesinde, Atina'nın Panathenaia bayramında
yüzyıllar boyu sürdürülen Homeros destanlarının okunması geleneği,
her bir dizesi büyük ozan Homeros'a ait olsun ya da olmasın, ister
farklı dönemlerde farklı ozanların eklentileriyle zenginleşmiş,
isterse önceleri sadece sözlü olarak dilden dile aktarılıp sonradan
yazıya dökülmüş olsun 500.000 harften oluşan 24 bölüm ve 16.000
dizelik bu muhteşem eserin, İiada'nın, nesillerin belleğine yerleşerek
günümüze kadar ulaşmasında etken olmuştur.
İliada'da anlatılanlar efsane mi, yoksa gerçeğin
ta kendisi mi ?
İliada, çağlar boyunca ağırlıklı olarak efsanevi
bir savaş destanı olarak algılandı. Çünkü, hiç kimse orada yaşananların
gerçekliğini kanıtlayabilecek bir buluntuya ulaşamamıştı. Mekan
üzerinde bile fikir birliğine varılamıyordu. Troia tam olarak neredeydi
sorusunun cevabı kesin olarak verilemiyordu. Yeterli kanıt olmadığı
için farklı tezler öne sürülüyor ama bir türlü sonuca ulaşılamıyordu.
Yine de tüm parmaklar Çanakkale Boğazı'nın hemen girişindeki bu
bölgeyi işaret eder görünüyordu. Çünkü, dizelerde betimlenen yere
en uygun özelliklere sahip nokta buraya denk geliyordu.
Troia'nın haritadaki yeri tartışılırken, İliada da elyazmalarına
konu olmayı sürdürüyordu. İlk matbaa basımı 1488 yılında Floransa'da
yapıldı. 16.yüzyılda da İngilizce ve Almanca çevirileri yayınlandı.
Artık, İliada'da anlatılan efsanevi Troia Savaşı'nın gerçekliğine
inananların sayısı artmakla birlikte tam olarak yerini saptama konusunda
fazlaca ilerleme sağlanamıyor, bu da soru işaretlerinin çoğalmasına
neden oluyordu.
; 1785 yılında Fransız konsolosluğu tarafından görevlendirilerek
Çanakkale'ye gelen arkeolog Lechevalier, Troia'nın bulunduğuna inandığı
bölgenin haritalarını hazırladı. Daha sonraları, Hisarlık tepesi
ile ilgili en doğru bilgilerin yer aldığı harita 1820'de Alman Franz
Kauffer tarafından yayınlandı. İki yıl sonra da İskoç Charles Maclaren,
Troia'nın Hisarlık tepesinde bulunduğu iddiasını içeren çalışmasını
yayınlandı. Maclaren şunları yazıyordu:
" Dili istismar etmeden şunu söyleyebiliriz ki, bu tepeden
( Hisarlık'ı kastediyor) konuşan bir ses, üç bin yıl önce söylediklerini
bütün dünyaya duyurmuştu, modern dönemde de hala yankılanmakta..."
Aynı yıllarda konsolosluk göreviyle Gelibolu'da yaşamakta olan zengin
İngiliz tüccar aile Calvert'lerin arkeolojiye meraklı üç oğlu 1850
civarında Hisarlık çevresinde araştırmalar yapmaya koyuldu. Frank
Calvert kardeşleriyle birlikte kazı amacıyla bölgede geniş bir arazi
satın aldı ve 60'lı yıllarda kazı çalışmalarına başladı.
Artık, Troia'ya ilgi duyan kişilerin sayısı hızla artıyordu. Sekiz
yaşındayken, rahip olan babasının kendisine hediye etmiş olduğu
resimli tarih kitabında gördüğü Troia çizimlerini asla aklından
çıkaramayıp, bir gün o muhteşem kenti bulmayı kafasına koymuş olan
Heinrich Schliemann, bir yandan maceradan maceraya sürüklenen bir
yaşam sürdürürken, diğer yandan gezdiği ülkelerde Latince, İngilizce,
Fransızca, Rusça, Lehçe, Flemenkçe, İspanyolca, Portekizce, İsveççe,
Arapça, İtalyanca, eski ve yeni Yunanca öğrenerek servetini de artırdıktan
sonra çocukluk hayalini gerçekleştirmek üzere 10 Ağustos 1868'de
Hisarlık'a geldi. Frank Calvert ise, kazılacak olan arazinin mülkiyetine
ve gerekli kazı iznine sahip olmasına karşılık yeterli paraya sahip
olmadığı için Troia kazılarındaki yerini yavaş yavaş Schliemann'a
kaptırdı. Önceleri, Calvert'in desteği ile çalışmalara başlayan
Schliemann, saraydan gerekli izinleri alıp anlaşmaları yaptıktan
sonra ileride kendisine büyük ün ve servet kazandıracağına inandığı
kazıları tek başına sürdürmeyi başardı. 11 Ekim 1871'de Troia'daki
ilk resmi kazıların başlamasının ardından 1873 baharında iki araştırmacının
yolları ayrıldı.
Schliemann, şimdilerde büyük bir tarih katliamı olarak değerlendirilen
kazı çalışmalarında İliada'da tüm ihtişamıyla betimlenen o efsanevi
kente, daha da önemlisi hayallerini süsleyen Priamos hazinelerine
ulaşabilmek uğruna onarılmaz tahribat yaptıysa da, Troia'nın gerçekten
bu noktada bulunduğunu ispat etmek için ilk işaretleri gün yüzüne
çıkarmış, böylelikle de tüm dünyanın ilgisini buraya çekmeyi başarabilmişti.
Artık, İliada efsaneden gerçeğe dönüşüyordu.
Wilusa - İlios - Troia
Ele geçirdiği buluntuları önemli müzelerde
sergileyen ve çalışmalarla ilgili raporlarını kamuoyuna duyuran
Schliemann, 1882'den itibaren bilim çevrelerinde de kabul görmeye
başlayınca 1889 yılı Aralık ayında 1.Hisarlık Konferansı'nı düzenledi.
1890 Mart'ında da ikincisini. Önceleri bir hayalin peşinden koşan
sıradan bir maceracı gibi algılanan Schliemann'ın, Homeros'un İliada'sında
anlattıklarının, yani Troia Savaşı'nın gerçekliği ile Troia'nın
gerçekten Hisarlık Tepesi'nde var olmuş görkemli bir kent olduğu
iddiası bilim adamları arasında tartışılmaya başlanmıştı. Son yıllarında
birlikte çalışmaya başladığı ve kendisi gibi Homeros'un gerçekliğinden
kuşku duymayan Alman mimar Dörpfeld sayesinde kazılar daha bilimsel
bir hal aldı, dönemin diğer kültürlerinin araştırılmasına başlandı.
1900'de Minos uygarlığına ait kalıntılar, 1906'da da Hititlerin
başkenti Hattuşa keşfedildi. 1910 yılında Ege çevresinde sürdürülen
araştırmalara Amerikalı arkeolog Blegen de katıldı. O da diğerleri
gibi Homeros'a inananlardandı. 1932-1938 yılları arasında Troia
kazılarını yönetti. Dokuz katmanlı Troia kenti ile ilgili bilimsel
raporlarını yayınladı. 19. yüzyılın sonlarında Troia'nın keşfi bilimsel
arkeolojinin başlangıcı olmuş, 20. yüzyılın ilk yarısında da yüzyıllardır
cevap arayan sorulara "şimdilik" kaydıyla bir cevap bulunmuştu.
Evet, Homeros diye bir ozan, İliada adında bir destan yaratmıştı
ve bu muhteşem eserinde en ince detayına kadar anlattıkları hep
birer gerçeklikti. 20. yüzyılın başlarında, Homeros'un Hisarlık
tepesinde tanımladığı Troia artık kabul görmeye başlamıştı. M.Ö.
1200'lerde son derece zengin ve ihtişamlı bir kentte yaşanan ve
çok uzun süren bir savaşın sonunda geriye sadece bir harabe kalmış
olmasına karşın güçlü sur duvarlarıyla sayıları binlerle ifade edilen
buluntular iddiaları destekliyordu. Ama, günden güne ilerleyen arkeoloji
bilimi ve sayıları gitgide artan bilim adamları, kanıtlar arttıkça
Troia gerçeğini daha fazla sorgular olmuştu. İşte, tam bu dönemde,
1972 yılında Alman bilim adamı Manfred Korfmann İlkçağ tarih araştırmaları
için Anadolu'ya geldi. Uzun yıllar yaptığı başarılı çalışmaların
ardından da 1988 Nisan'ında, 1938 yılından beri ara verilmiş olan
Troia kazıları ile görevlendirildi. Her yıl düzenli olarak sürdürdüğü
kazı çalışmaları esnasında birbirinden değerli buluntulara ulaşan
Korfmann, 1995 yılında Luwi diliyle yazılmış, M.Ö. 12. yüzyıl sonuna
tarihlenen, 2 cm. çapında küçük bir bronz mühür ele geçirince tüm
bilim dünyasının dikkatini buraya çekmeyi başardı. Daha önceleri
Troia ile fazlaca ilgilenmeyen Hititologlar bu sayede özellikle
Alaksandu Anlaşması'nda sıkça sözü edilen yerin burayla bağlantılandırılabileceğini
tartışmaya başladılar. 1996 Yılında, Frank Starke Hitit belgelerinde
pek çok kez yer alan Wilusa'nın, Homeros'un İliada'sında destana
konu olan mekanla, yani İlios ile, yani Troia ile aynı yer olduğunu
kanıtlamayı başardı. Bu gelişme, 2000 yılı Temmuz ayında Cenova'da
yapılan geniş katılımlı Homeros Kongresi'nde Hititologlar kadar
Homeros araştırmacıları tarafından da dünya çapında kabul gördü.
Ayrıca, o güne kadar tamamen Yunan kültürünün bir uzantısı olarak
düşünülen Troia'nın Anadolu Kültürü ile sıkı bir bağ içinde olduğu
da kanıtlanmış oldu. Burası, Homeros'un Troia'sıydı.
Homeros'un Troia'sı
Troia'da ilk yerleşimin M.Ö. 3000'lerde,
Hisarlık tepesinin batı kenarında deniz seviyesinden 16 metre yüksekte
kurulmuş olduğu biliniyor. Yan yana dizilmiş uzun, dar odalar şeklinde
taş temel üzerine kerpiçten yapılan evlerle oluşan yerleşimin işlenmemiş
taşlardan yapılmış bir sur ile çevrelendiği günümüze ulaşan kalıntılardan
anlaşılıyor. Yapılarda kullanılan taşların balık kılçığı şeklinde
dizilimi, seramiklerde aynı desenin ön plana çıkması ve bakır bir
oltanın bulunuşu ilk Troia yerleşimcilerinin balıkçılıkla ilgilendiğini
düşündürür. Kemikten, taştan ve bakırdan yapılmış aletlerle elle
şekillendirilmiş toprak kapların yanı sıra bol miktarda ağırşak
bulunması ise, o dönemde burada yaşayan halkın dokumacılık da yaptığının
kanıtıdır. M.Ö. 2500'lerde büyük bir yangınla harap olan bu yerleşimin
kalıntıları üzerine kurulan ikinci şehirde sınırlar daha geniş tutulmuş,
bir de saray yapılmıştır. 110 Metre çapındaki daire planlı yerleşimin
çevresi her 10 metrede bir kule inşa edilerek savunmayı güçlendiren
işlenmemiş taştan bir sur duvarı ile çevrelenmiştir. Schliemann
tarafından yanlış bir tanımlamayla "Priamos Hazinesi"
olarak belirtilen altın ve gümüş eşyalar bu döneme aittir ve Troia'daki
zenginliğin en büyük kanıtıdır. Çömlekçi çarkının kullanıldığı bu
dönemde, kaliteli toprak kaplar, iki kulplu şarap testileri yapılmıştır.
Büyük bir yangın yaşandığı tespit edilen bu dönemin sonu daha güçlü
bir istilacı ordunun saldırılarıyla gelmiştir. M.Ö. 2300 civarında
yaşandığı belirtilen bu felaketin ardından, Troia halkı kendilerine
aynı yerde yeni bir şehir kurmuşlardır. Troia III, IV ve V katmanlarının
bulunduğu bu dönem M.Ö. 1700'lere kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra
kurulan Troia VI'da bir önceki kültürden daha gelişmiş bir tablo
ortaya çıkmıştır. Kenti çevreleyen sur duvarı dörtgen parçalar halinde
kesilmiş sağlam kireç taşından yapılmıştır. Bir önceki dönemde iki
giriş kapısı olmasına karşın bu dönemde tam beş kapı bulunur. İki
sıra duvar arasına yerleştirilen Doğu kapısı gelişmiş bir savunma
sisteminin delilidir. Kaliteli taş işçiliği ile dikkat çeken kulelerden
birinde geniş ve derin bir su kuyusu bulunur. M.Ö. 1250 civarında
büyük bir depremin yaşandığı ardından da kentin daha gelişmiş bir
sistemle inşa edildiği bilinir. Muntazam caddelerin kıyısına inşa
edilmiş kalın duvarlı evler, taş kaldırımlı sokaklar ve kanalizasyon
sistemi yanında bu devrin en dikkat çeken özelliği evlerin zemininde
devasa erzak küplerinin yerleştirilmiş olmasıdır. Bu da bize, oldukça
kalabalık bir nüfusun uzun kuşatma dönemlerinde sur duvarlarının
dışına çıkmadan yaşamış olabileceğini düşündürür. Yani, Priamos'un
Troia'sını. Ya da, bir başka deyişle Homeros'un Troia'sını.
Troia'nın bu dönemi çok zengin ve güçlü bir kenti işaret eder. Çanakkale
Boğazı'nın hemen girişinde, yöreye hakim bir tepede yer alan kent
pekala deniz ticaretinin kontrolünü elinde tutuyor olabilirdi. Korunaklı
limanı, gemilerin mal yükleyip boşalttığı, uzun seferler için erzak
ve su stokladığı, gemicilerin her türlü ihtiyacını giderdiği, bu
arada belki geçiş vergisi olarak, belki hizmetlerin karşılığı olarak
bol gelir getiren bir yer sayılabilirdi. Boğaz girişindeki sert
dalgaları ve rüzgarları saymazsak, Troia'nın iklimi son derece elverişliydi.
Hemen önünde envai çeşit balık ve deniz ürünü barındıran bir deniz,
sırtını verdiği dağlarda çeşit çeşit av hayvanı, sıcak ve soğuk
su kaynakları, olağanüstü bitki örtüsü, zengin çeşitlilikte ormanları,
tuzlası ona zenginliğin kapısını açmış olmalıydı. Burası, deniz
ticaretiyle kara ticaretini buluşturan bir merkez, hatta antrepolar
bölgesi bile olabilirdi. Her ne şekilde olduysa, o dönem Troia'sı
için tartışılmaz olan çok zengin bir kent olduğuydu. Efsaneye göre,
bir çok Anadolu halkı ile Akhaları karşı karşıya getiren o büyük
savaş, Troia kralı Priamos'un oğlu Paris'in Sparta kralı Menelaos'un
güzel karısı Helena'yı göz kamaştırıcı hazinesiyle birlikte kaçırmış
olmasına dayandırılsa da, Troia'nın ulaştığı zenginlik ve güç nedeniyle
Egeli halkların gözünü buraya dikmiş olmasından çıkmış olabilir.
Troia VII a olarak tanımlanan bu katmandaki kalıntılarda savaş ve
ateş izleriyle evlerin duvarları arasında ok uçları, mızrak uçları
ve çok sayıda insan iskeleti de bulunmuştur. Uzmanlar, Troia'nın
M.Ö. 1180 civarında tamamen yakılıp yıkılarak sona eren bu dönemini
efsanevi Troia Savaşı ile bağlantılandırırlar.
Troia gerçeğinden Paflagonia Projesi'ne
2000 Yılı Cenova Kongresi sonuç raporları
tüm dünyanın ilgisini yeniden Troia'ya çekmişken, Prof. Korfmann
ve ekibi tarafından hazırlanan Düş ve Gerçek TROİA kitabının ve
sergisinin haberleri de Almanya'dan dünyaya yayılmıştı. Bu gelişmeler,
dünyadaki bilim adamlarını olduğu kadar her kesimden tarihe ilgi
duyan insanı, özellikle de Homeros sevdalılarını müthiş heyecanlandırdı.
Troia ile ilgili kitaplar kapışılmaya başladı, İliada'nın her dilde
yeniden basımları yapıldı. Troia "millenium"a damgasını
vurmuştu.
Bir çok Avrupalı, Homeros'un anlattıklarının gerçekliğinden yola
çıkarak İliada'da bahsi geçen atalarının izini Troia'da aramaya
başladı. Bunlardan biri de, İtalya'nın Padova kenti yakınlarındaki
Fontaniva'da doğmuş olan 48 yaşındaki okul yöneticisi, şiire meraklı,
tarih tutkunu Ugo Silvello idi.
Silvello, ilk ipuçlarını yakalamaya başladıktan sonra İliada'yı
daha bir dikkatle incelemeye koyuldu. İliada II. Bölüm, 851'de,
Erkek yürekli Pylaimenes komuta eder Paphlagonialılara,
Gelmişler yaban katırlarıyla ünlü Enetlerin yurdundan,
Kytoros'ta, Sesamos'ta otururlar,
Parthenios Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını,
Kentleri Kromna, Aigialos, yüksek Erythinoi'dur.
yazıyordu. Burada sözü edilen, şimdi İtalyan'ın
Veneto bölgesinde yaşayan halkın atası olan Enetler ( çeşitli kayıtlarda
Henetler ya da Venetler olarak da söz ediliyor)'den başkası değildi.
Homeros'un antik Kytoros'u şimdinin Gideros'u, Amasra antik Sesamos'un
yeni adı, Kurucaşile Kromna, yüksek Erythinoi Çakraz yakınlarında
bir bölge ve Parthenios Irmağı kıyısına saraylarının kurulduğu yer
de şimdiki Bartın'dı.
V. Bölüm, 576'da,
O sıra avladılar Ares'in dengi Pylaimenes'i,
Mert savaşçılar Paphlagonialıların önderini,
Kargısıyla ün salmış Menelaos, Atreusoğlu,
Önünde görünce onu boylu boyunca,
Bir mızrak attı, deldi kürek kemiğini.
diye anlatılıyordu Enetlerin kralı Pylaimenes'in
öldürülmesi. XIII. Bölüm, 642'de,
On sıra saldırdı üstüne Harpalion,
Kral Pylaimenes'in oğlu,
Savaşmaya gelmişti Troia'ya, sevgili babasıyla,
Ama bir daha dönemeyecekti baba toprağına.
İşte kalkanının ortasından o vurdu Atreusoğlunu,
Çok yakından vurdu, ama delemedi tuncu,
Çekildi geri geri, arkadaşlarına doğru,
Dört bir yanına bakına bakına,
Biri etine saplamasın diye tuncu.
Tam o sırada Meriones saldı oku üstüne,
Vurdu onu sağ kalçasından,
Kemiğin altından geçti ok, deldi sidik torbasını.
Olduğu yerde devrildi arkadaş ellerine,
Soludu canını, bir solucan gibi serildi yere,
Aktı kanı kara kara, ıslattı toprağı,
Ulu yürekli Paphlagonlar çevresine üşüştüler,
Koydular arabaya, götürdüler kutsal İlion'a.
Hepsinin içi kan ağlıyordu,
Babası da gidiyordu gözyaşı döke döke,
Hiçbir karşılık alamayacaktı oğlunun ölümüne.
Paris görünce Harpalion'un ölüsünü,
Yüreğinde büyük öfke duydu,
Harpalion, bunca Paphlagonlu arasında konuğuydu onun,
İşte bu yüzden içerledi, saldı tunçtan okunu...
Enetlerin krallarının sevgili oğlunun öldürülmesi
de böyle aktarılmıştı. Demek ki, oğul babadan önce karışmıştı sonsuzluğa.
Ugo Silvello, bu dizeleri defalarca okudu. Titus Livius'un, Vergilius'un
anlattıklarıyla İliada'da yazılanları uzun uzun düşündü. Sophokles'ten
Strabon'a farklı dönemlerde Troia üzerine yazılmış metinleri değerlendirdi.
Ortak kanı, Troia Savaşı'nın M.Ö. 1200'lerde yaşanmış olduğudur.
Diğer pek çok Anadolu kavmi gibi, Demir Atlılar adıyla ünlenen Paflagonialı
Enetler de uzun savaş yılları boyunca Troiaların yanında olmuşlardı.
Krallarının ve onun oğlunun ölümüyle lidersiz kalan Enetler, bu
savaştan canlı kurtulan iki liderden biri olan Troialı Antenor'un
önderliğinde Anadolu'dan ayrılmışlardı. Sonraları Roma'nın kurucusu
kabul edilecek olan Aineias ile Antenor, güzel Helena'nın kocası
Sparta Kralı Meneleos'a saygılı davranışları, Troia kralı Priamos'a
Paris'in kaçırdığı Helena'yı ve hazinelerini iade etmesi yönünde
baskı yapmaları ve hatta muhtemelen Aineias ile Priamos arasında
yaşanan taht kavgası nedeniyle hayatta kalmış olabilirlerdi. Zeus'un
oğlu Dardanos'un soyundan gelen Priamos ile kuzen olan Aineias'ın
zengin ve muhteşem bir kent olan Troia'nın yönetimi için neredeyse
birbirlerine düşman oldukları varsayılır. Her ne kadar savaş boyunca
karşı cephelerde çarpışmış olsalar da, Aineias'ın Priamos'a olan
öfkesinin Akhaların onun canını bağışlamada etken olduğu düşünülebilir.
Ve Antenor'un Aineias'ın yanında yer alması onun da hayatını kurtarmış
olabilir.
Sophokles, Troia Akhalar tarafından zapt edildiğinde, Antenor'un
evinin önüne " Bu ev yağmalanmayacaktır!" anlamına gelen
bir leopar postu bırakılmış olduğundan söz eder. Bazı kaynaklara
göre; Antenor, savaş başlamadan önce Helena'yı geri alabilmek için
Odysseus ile birlikte Troia'ya gelen Sparta Kralı Menelaos'u kendi
evinde konuk etmiş ve Helena'nın geri verilmesi için Aieneias gibi
ısrarcı olmuştur. Antenor, bu davranışıyla Troialılar tarafından
ihanetle suçlanmıştır. Oysa, onun bu savaşı ve Troia'nın kahinler
tarafından öngörülen kötü sonunu önlemek için bu şekilde davranmış
olduğunu düşünmek olasıdır. Ama, diğer suçlama daha da ağırdır:
"Tahta At"ın Troia surlarının içine sokulmasında onun
etkisi olduğu söylenir. Antenor'un bir hain olarak tanımlaması,
İlahi Komedya'da Dante tarafından da ele alınmış, Cehennem'in XXXII.
bölümünde 88.dizede vatan hainlerinin cezalandırıldığı yer olarak,
onun adından türetilen Antenora'dan söz edilmiştir.
Ünlü "Tahta At" hilesi ile Akhalar lehine sonuçlanan Troia
Savaşı'nın ardından ailesi ve halkı ile şimdiki Roma'nın bulunduğu
topraklara ulaşan ve orada Latin halkı ile birlikte Roma'nın kuruluşuna
önderlik ettiği varsayılan Aineias gibi Antenor da ailesi, sağ kalan
bir gurup Troialı ve en önemlisi Paflagonialı Demir Atlı Enet halkını
peşine takarak Trakya üzerinden şimdi Padova kentinin bulunduğu
İtalya topraklarına ulaşır. Vergilius'un M.Ö. 29'da yazmaya başladığı
ünlü destanı L'Eneide, yani Aineias I / 242'de şöyle yazmaktadır:
Antenor, Akhalar arasından kurtulan savaşçı,
Ulaşmış İlliria koyuna Libirnus krallığı içine,
Geçmiş Timavus kaynağından öteye, dağlardan
Gümbürtülerle dökülen, dokuz kaynaktan çıkan,
Geniş ovaları kaplayan, sulayan ırmağın uzağına.
Orada kurdu Patavium kentini Troialılar için,
Bugün onun adıyla anılan, Troia armasını
Taşıyan, mutluluk içinde yaşadığı yeri.
Padova kentinin kuruluşu bir çok kaynakta
M.Ö. 1184 olarak tarihlenir. Antenor, karısı Theano, oğulları Helicaone
ve Polidamente beraberlerindeki Paflagonialı Enetlerle Troialılardan
oluşan bir gurup halkla bu bölgeye ulaşmışlardı. Ancak, buralarda
yaşayan ve kral Veleso yönetimindeki Euganeler tarafından pek de
dostça karşılanmamışlardı. Antenor'un oğlu Helicaone, yapılan bir
savaşta bir kılıç darbesiyle öldürülmüştü. Buna rağmen savaşı kazanan
Antenor, kentini tam oğlunun vurulduğu yerde kurmuştu. Önceleri
Troia, sonra Enetlerin Ülkesi anlamına gelen Enetike ( Henetike
ya da Venetia) denen bu bölgede kurulan kentin adı Patavium (Padua-
Padova) olmuştu ve günümüze kadar da öyle geldi.
Troia Savaşı'nda Troia kralı Priamos'un oğlu Hektor'un, Paflagonialı
Enetlerin kralı Pylaimenes'in oğlu Harpalion'un öldürülmeleri bu
öykülerin ortak özelliği gibi görünüyor. Aineias'ın soyundan gelen
Romus ve Romulus kardeşlerin birbirleriyle çatışmaları ve birinin
ölümünün diğerinin elinden olması da akıllara Helicaone'nin ölümünün
Polidamente tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini de getiriyor.
Bu ilginç benzerlikler yanında en önemli konu, Padova ve Roma kentlerinin
kuruluşlarının Antenor ve Aineias nedeniyle Troia Savaşı'na dayandırılması
ve halklarının Troialı kanı taşıdığına inanılmasıdır.
Ugo Silvello, tüm tarihsel verilerle Prof.
Korfmann'ın son dönem çalışmalarını birlikte değerlendirdiğinde
kafasında ilginç bir proje şekillenmeye başlamıştı:
" Paflagonia Projesi "
Demir Atlarla Ayrıldılar ...
Bisikletleriyle Geri Dönüyorlar ...
Veneto'dan Paflagonia'ya
Köklere Dönüş ...
Yapmayı düşündüğü şey, atalarının 3200 yıl
önce gerçekleştirdiği yolculuğu sembolik olarak bisikletlerle yeniden
gerçekleştirmekti, tabii tam aksi istikamete ...
Proje 2000 yılının Ekim ayında basın aracılığı ile ilk kez duyurulduğunda
tüm İtalya'da Silvello'nun hiç beklemediği bir ilgi ile karşılandı.
Başta Padovalılar olmak üzere tüm İtalyanlar Ugo Silvello kadar
heyecan duymuşlardı bu gelişmeden. Şimdi sıra projeyi hayata geçirmeye
gelmişti. Sponsorlar bulunmalı, resmi destek sağlanmalıydı. Yılbaşı
yaklaşırken Silvello konuyu önce Fontaniva'da yaşayan dostu, Cittadella
Rotary Kulüp üyesi, Elite Bisiklet Aksesuarları Fabrikası sahibi
Amerigo Sartore'ye açtı. Sartore de Silvello'nun bu heyecanını içtenlikle
paylaştı, destek verecekti. Arayışlara başlandı.
2001 yılının Nisan ayında, Bursa'da otomotiv yan sanayi üzerine
üretim yapan Seger A.Ş. sahibi ve Suadiye Rotary Kulüp üyesi olan
işadamı Müjdat Yeşildağ yakın dostu Sartore'yi ziyarete gittiğinde,
Fontaniva'da verilen bir dost yemeğine Silvello da davet edilerek
proje üzerine görüşmeler yapıldı. Sonuç yine olumlu oldu; Yeşildağ
da Silvello'ya destek vermeye gönüllü olmuştu. Cittadella ve Suadiye
Rotary Kulüplerinin ardından Bartın Rotary Kulüp de projeyi sahiplendi.
Ardından Türk ve İtalyan Kültür Bakanlıkları ile parlamenterler
devreye girdi. Veneto Bölge yönetimi, Padova Valiliği, Padova Belediyesi
ve Fontaniva Belediyesi'nin katkıları, Elite ve Luna Zeytinyağları'nın
ana sponsorluğu, Aeronova, Alitalia, Autoelettric, Cicli Battaglin,
Contarin, Costruzioni Mezzalira, Nico Velo SPA, Otokoç, Pasquin
ve Selle İtalia'nın ulaşım sponsorluğu, Sidi, Campagnolo ve Pubblisystem'in
teknik sponsorluğu, Gürtoplar, Seger ve Pronto'nun Co- Sponsorluğu
ile proje son şeklini aldı.
12 Temmuz 2001'de Fontaniva'da, tarihi 1200'lere uzanan Serciari
Ocakları'na ait binada bulunan Elite tesislerinde verilen muhteşem
davetle projenin son şekli " kültürel, sportif ve dostluk amaçlı
bir bisiklet turu" olarak İtalyan kamuoyuna tanıtıldı. Davetin
onur konukları; Fontaniva Belediye Başkanı Luciana Bertoncello,
projenin yaratıcısı Dr. Ugo Silvello, Padova Arkeoloji Müzesi Müdürü
Dr. Girolamo Zampieri, T.C. Kültür Bakanlığı Müsteşarı Fikret Üçcan,
Avrupa Konseyi İtalyan Delegasyonu ve İtalyan Parlamentosu Kültür
komisyonu üyesi Flavio Rodeghiero, Veneto Bölgesi Kültür İşleri
Danışmanı Prof. Ermanno Serrajotto, Triveneto Rotary Guvernörü Dr.
Alvise Farina idi. Onların dışında projeye katılan sporcular, Türkiye'den
gelen konuklar, İtalyan misafirler ve basın mensupları gecede hazır
bulunurken, projeyi tanıtan konuşmalar yapıldı. Geceye Türkiye'den
davet edilen Bartın milletvekili Cafer Tufan Yazıcıoğlu ve Müjdat
Yeşildağ, bandonun çaldığı İstiklal Marşı'ndan ve tarihi Serciari
Ocakları'nın dev ikiz bacalarından sarkan devasa Türk bayrağından
söz ederken nasıl duygulandıklarını dile getiriyorlardı.
20 Temmuz 2001 gecesi de İstanbul'daki Venedik Sarayı'nda başta
Ugo Silvello'nun, T.C. Kültür Bakanlığı Müsteşarı Fikret Üçcan'ın,
Flavio Rodeghiero'nun, İtalya'nın Ankara Büyükelçisi'nin, İstanbul
Başkonsolosu'nun ve diğer Türk ve İtalyan resmi yetkililerin, Türkiye
Rotary Kulüpleri Genel Başkanı Enver Aytaç ile Rotary Kulüp üyelerinin
ve basının katıldığı davette proje Türk kamuoyuna tanıtıldı. Kürsüde
teşekkür konuşmasını yaparken gördüğü ilgi karşısında son derece
duygulanan Ugo Silvello," küçücük bir fikirdi, kocaman bir
projeye dönüştü" derken gözlerinde biriken yaşlara güçlükle
engel oluyor, heyecandan titriyordu. Onunla tanışmak, yıllardır
araştırdığım Venedik tarihi üzerine yaptığım çalışmaları anlatabilmek
için basın mensuplarının arasından sıyrılarak ona elimi uzattığımda
ben de...
Kürsüde yapılan konuşmalarda da belirtildiği gibi, projenin amaçları;
Paflagonialı Enetlerin soyundan gelen Venetolu İtalyanların atalarının
3200 yıl önce yaşamış oldukları toprakları tanımaları, şimdi bu
yörede yaşayan insanlarla tanışmaları, yolculukları boyunca izleyecekleri
rota üzerindeki yerleşim yerlerini video ve fotoğraf çekimleri ile
kaydedip bu şekilde dünya medyasının ilgisini bu önemli tarihsel
bağlara çekmek olarak sıralanabilir. Ayrıca, bu turu bisikletlerle
gerçekleştirmek Demir Atlılar olarak ünlenen atalarının namına da
bir gönderme sayılabilir. " Demir Atlarla Ayrıldılar.... Bisikletlerle
Geri Dönüyorlar..." Çağımızın demir atı bisiklet değil mi zaten
?
Bir yandan Türkiye'de ve İtalya'da yoğun tanıtım faaliyeti sürerken,
öte yandan ekibe katılacak amatör bisikletçiler belirleniyordu.
Tüm üyeler Veneto bölgesinden seçildi. İtalyanların yüzde sekseninin
doğdukları topraklarda yaşamayı tercih ettikleri bilinir. Veneto
bölgesi halkının da, yöreye yerleştikleri M.Ö. 1184'ten beri zaman
zaman farklı kültürlerin, farklı yönetimlerin egemenliğine girmiş
olmalarına rağmen bu topraklardan hiç ayrılmadıkları bir gerçektir.
O halde, bu insanlar büyük olasılıkla Antenor'un Troialıları ile
Paflagonia'dan kopup gelen Enetlerin soyundan geliyordu. Zaten,
Türk basınında artık onlardan "kuzenler" diye söz edilmeye
başlanmıştı.
Veneto Bölgesi'ni tanıyalım
İtalya'nın kuzeyinde bulunan ve yirmi coğrafi
bölgesinden biri olan Veneto, Adriyatik Körfezi'nden, Avusturya
Alpleri'ne ve Po Ovası'na kadar uzanan verimli topraklarda yer alan,
toplam dört buçuk milyon nüfusuyla refah düzeyinin en yüksek olduğu
yerlerden biridir. Bölgenin en ünlü kenti Venedik olmakla birlikte
en eskisi Padova'dır. Cittadella, Bassano del Grappa ve Fontaniva
da Alpler'den Adriyatik'e doğru ilerleyen Brenta Nehri üzerinde
yer alır. Antik adı Medoacus olan bu nehir Padova'dan geçerek Venedik
Lagünü'ne ulaşır. Antenor'un bu topraklara ulaştığı dönemde, hem
denizden gelebilecek tehlikelere karşı korunaklı oluşu, hem de nehir
üzerinden denize kolayca ulaşılabilmesi kentlerini burada kurmada
tercih nedeni olmuş olabilir. Pek çok bitki türünün yetişmesine
elverişli iklimi, ev ve tekne yapımı için gereken ahşabın bolca
temin edilebileceği çeşitlilikte geniş ormanları, pek çok nehrin
suladığı verimli ovaları, bol miktarda av hayvanı, balık ve sukuşu
avlanabilen çevresi, kış süresince av etlerinin bozulmadan saklanmasını
sağlayan tuzun yaz ayları boyunca kocaman bir tuzlaya dönüşen lagünden
kolayca temini, şimdi Padova kentinin bulunduğu yöreyi Paflagonialı
Enetler ile Troialılar için cazip kılmış olmalı. Öyle olmasa, Anadolu'nun
sunduğu güzellikleri, zenginlikleri arkalarında bırakıp yollara
düşen bu insanlar burada durmayı düşünebilirler miydi ? Burada mutlaka
onlara kendi vatanlarını hatırlatan bir şeyler olmalıydı ...
Antenor'un Troialıları ile Paflagonialı Enetler burada önce Troia,
ardından Enetike adını verdikleri bölgeye yerleştikten sonra kültürlerini
harmanlayıp ortak bir kültür yaratmış olmalılar. Birkaç yüzyıl içinde,
şimdiki Bologna yakınlarında Villanova uygarlığının yeşermesine
neden olan ve eşsiz keramikleriyle ünlü Etrüsklerle ittifak yaptılar.
Daha sonra da, Etrüsklerin M.Ö. 309'da kesin olarak Roma hakimiyetine
girip tarih sahnesinden silinmesinin ardından, gitgide gelişen ve
sınırlarını genişleten Roma ile ittifak yaparak, M.Ö. 2. yüzyıldan
itibaren ilk Roma- Veneto kentlerini geliştirdiler: Verona, Altinum
(Altino) , Patavium (Padova) ...
Venedik ise, bunlardan çok sonra tarih sahnesine çıkmış bir kenttir.
O var oluşunu, altı yüzyıl sonra, M.S. 402'de başlayan Got akınlarına
borçludur (!). Borçludur demek garipsenebilir, ama öyle olmuştur.
Çünkü, yüzyıllar içinde çok hareketli ticaret yolları üzerinde bulunmanın
ve verimli topraklara sahip olmanın getirisiyle son derece zenginleşen
bu kentlerde yaşayan insanlar, her halde bu akınlar başlamasaydı,
yurtlarını terk edip, tek bir ağacı, bir karış toprağı, içecek tek
damla suyu bile olmayan sazlıklarla kaplıklı ıssız bir lagüne yerleşip,
balçık zemine çaktıkları kütüklerin üzerine inşa ettikleri kulübelerde
yaşamayı seçmezlerdi. Bölge halkının tümüyle göçüp, lagündeki adacıklara
kaçışları 15. yüzyılda tarihçi Sabellico tarafından 25 Mart 421
Cuma günü olarak bildirilir. Venedik'in öyküsü, bu kitapçığa sığamayacak
kadar geniştir. Şimdilik sadece şunu belirtmekle yetinelim: O da
ismini Enetlerin (Venetlerin) Ülkesi anlamına gelen sözcükten almıştır:
Venetia ...
Bu zorunlu göçün ardından "yoktan var ettikleri" bu kentte
yaşayan insanlar da, çok sonraları bölgede hakimiyeti ele geçirmelerinin
ardından Padova'yı yeniden zengin, güçlü ve dünyanın ilk üniversitelerinden
birini kurarak eğitimde söz sahibi bir kent yapan insanlar da bir
daha Veneto bölgesinden asla ayrılmadılar. Onlar, 3200 yıldır Paflagonialı
Enetler ile Troialı Antenor'un soyundan gelen atalarıyla hep gurur
duyan insanlar olarak Veneto'daki yaşamlarını sürdürüyorlar.
Ata topraklarına ayak basacak ilk Enet torunları
Paflagonia Projesi ekibi beş bisikletçi,
bir motorsikletli ve karavanında Ugo Silvello'ya eşlik edecek bir
üyeden oluşuyordu. Tüm bisikletçiler, bu tura çıkmadan önce 3-7.000
km. antreman yaptılar.
Bisikletçilerden Giuseppe Pavan, 56 yaşında, Fontaniva doğumlu emekli
bir müze görevlisi. En önemli özelliği tek kolu olmasına rağmen
dünya çapında pek çok başarıya imza atmış, olimpiyatlarda altın,
bronz madalyalar kazanmış bir sporcu olması. Stefano Bonamin, 35
yaşında, Cittadella doğumlu, Fontaniva'da yaşıyor. Diş teknisyeni,
yarım gün de gazete ve dergi satışı yapan bir dükkanda çalışıyor.
Giovanni Rebellato, 53 yaşında, Fontaniva doğumlu ve Fontaniva Belediyesi'nde
memur. Pek çok bisiklet turuna katılmış bir gezgin ve fotoğrafçı.
Aleandro Bizzotto, 43 yaşında, Fontaniva doğumlu, kimya mühendisi.
Flavio Spiga, 46 yaşında, Fontaniva doğumlu, öğretmen. Pek çok gönüllü
çalışmaya katılmış.
Bisikletçilere motorsikletiyle eşlik eden Aladino Tognon 49 yaşında.
Bassano del Grappa'da oturuyor. Okul yöneticisi olarak çalışıyor,
pedagoji konusunda makaleler yazıyor, deneme yazarlığı yapıyor.
Ugo Silvello ile karavanda yolculuk yapan Beppe Forti 55 yaşında,
Padova doğumlu bir eğitimci. Çocuk edebiyatı ve Venedik tarihi üzerine
bir çok makalesi yayınlanmış. Seyahat ve kamplar konusunda uzman.
Yolculuk başlıyor
Aylar süren hazırlıklar tamamlandı ve 29
Temmuz 2001 sabahı 2974 kilometrelik zorlu yolculuğun startı verildi.
Bayraklarla süslenen Fontaniva'da bando eşliğinde adeta bir bayram
kutlamasını andıran törenle ekip Padova'ya doğru yola koyuldu. İlk
durak Antenor'un mezarıydı. Ardından 155 kilometrelik etap tamamlanıp
Bologna'da gecelendikten sonra, 175 kilometrelik Volterra, 222 kilometrelik
Terni, 200 kilometrelik Pescara, 165 kilometrelik San Severo, 160
kilometrelik Bari ve 120 kilometrelik Brindisi etapları tamamlanarak
4 Ağustos 2001 günü saat 16.00'da Çeşme'ye giden feribota binildi.
6 Ağustos günü, bu kez Çeşme bayram yerine dönmüştü. Karşılama törenlerinde
resmi heyetin içinde Bartın milletvekili Cafer Tufan Yazıcıoğlu
ile ekibe Bursa'ya kadar eşlik edecek olan Müjdat Yeşildağ da yer
alıyordu. Bundan sonra, konakladıkları her noktada onları bölgenin
Rotary Kulüp üyeleri misafir edecekti. 89 Kilometrelik Çeşme-İzmir
etabının ardından ekip üyeleri Anadolu topraklarındaki ilk gecelerini
burada geçirdiler ve ertesi sabah 182 kilometrelik Edremit etabını
tamamlayarak, 8 Ağustos günü kendileri için en heyecan verici yere,
3200 yıl önce atalarının yıllarca savaştıktan sonra bir daha asla
dönmemecesine Anadolu'dan ayrıldıkları son noktaya, Troia'ya ulaştılar.
İzmir - Çanakkale karayolunun Troia ayrımında onları Çanakkale Rotary
Kulüp üyeleri, basın mensupları ve halk bekliyordu. Ugo ve ben İstanbul'da,
Venedik Sarayı'daki davette tanışmamızın ardından ilk kez burada
birbirimizi gördüğümüzde kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştık. 1990'dan
beri sürdürdüğüm Venedik tarihi araştırmalarımda Ugo ile yollarımız
Paflagonia Projesi sayesinde çakışmış, dahası ilginç bir dostluk
başlamıştı. Ben kendime, Çanakkaleli olduğum için " yeni nesil
Troialı" diyordum, Ugo ise gerçek bir Enet torunu idi. Enetlerle
Troialıların 3200 yıl sonra yeniden kucaklaşmasıydı sanki bizimki...
Ekip üyeleri alkışlar arasında ören yerine girdiler. Yıllardır Troia
kazılarının başkanlığını yapan, mükemmel Türkçesi ile herkesi şaşırtan
ve yerel halkla çok yakın ilişkiler kurmayı başarmış olmasından
dolayı burada "Osman Hoca" diye benimsenen Prof. Manfred
Korfmann, içtenlikle desteklediği bu projeyi gerçekleştiren konuklarını
son derece sıcak karşılayıp, kendilerini özel olarak hazırladığı
çardağın altına buyur etti. Önce, yol yorgunu konuklara sıcak soğuk
içecekler, yiyecekler ikram edildi. Daha sonra karşılıklı konuşmalara
geçildi ve hediyeler sunuldu. Orada konukları bekleyen bir başka
sürpriz daha vardı: Tam on yıldır Troia'da çalışmalar yapan Cincinnati
Üniversitesi profesörlerinden C. Brian Rose mükemmel İtalyancası
ile ekip üyelerini Troia kalıntıları arasında dolaştırmaya başladı.
Hepsi heyecan içinde cep telefonlarına sarıldılar, İtalya'daki eşlerini,
dostlarını arayarak Rose'un İtalyanca olarak anlattıklarını dinlettiler.
Her bir taşa dokunduklarında atalarıyla kucaklaşıyormuşçasına mutlu
oldular. Günlerin yorgunluğu bir anda dinmişti sanki. Oradan oraya
koşuşturuyor, müthiş bir heyecanla bu efsanevi kentin her noktasını
hafızalarına nakşetmek istiyorlardı. Tepeden denizi ve boğazı gördüklerinde
adeta büyülendiler. Demek uğruna onlarca yıl savaşılan, onca kan
dökülen yer burasıydı... Şimdi burada olmak her şeye değmişti. Silvello
diğerlerinin heyecanına ortak olurken onun taşıdığı bir duygu daha
vardı: Gurur... Yine gözlerinde yaşlarla dudaklarından aynı cümle
döküldü: "Küçücük bir fikirdi, kocaman bir projeye dönüştü".
Burada yaşadıklarına kendi bile inanamaz haldeydi. 3200 yıl önce
atalarının yaşadıklarını hayale daldı...
Aynı akşam Çanakkale'de Truva Otel'de Rotary Kulüp tarafından onurlarına
verilen ve Çanakkale Valisi ile Korfmann'ın da katıldığı davette
bir sürprizle daha karşılaştılar. 1998 Yılında, kardeşim M. Emin
Altan ile birlikte hazırlayıp birincilik kazandığımız " Düşler
Kenti Venedik" isimli dia gösterimizi İtalyanca metinle sunduk.
Kuruluşundan bugüne Venedik'i anlatan gösteride Emin'in fotoğrafları
hepsini büyülemişti. "Bize yıllardır iç içe yaşadığımız yeri
hiç göremediğimiz bir gözle anlatmışsınız, çok etkilendik"
demeleri bize de müthiş gurur verdi.
Ertesi sabah, 159 kilometrelik Balıkesir etabı, ardından 110 kilometrelik
Bursa etabı, 174 kilometrelik İznik - Adapazarı etabı, 114 kilometrelik
Bolu etabı tamamlandı. 13 Ağustos'ta 189 kilometrelik Amasra etabını
tamamladıklarında artık Paflagonia'da, ata topraklarında olmanın
verdiği müthiş heyecanı yaşıyorlardı. Bakacak Tepesi'nden muhteşem
manzarayı izlerken kendilerine Fatih Sultan Mehmet'in buradan ilk
kez Amasra'yı gördüğünde büyülenmiş bir şekilde " Lala, acep
Çeşm-i Cihan ( Dünyanın Gözü) bu m'ola" deyişi anlatıldığında,
bu sözün ne ifade ettiğini çok iyi anladılar. Onları buradan ayırmak
hiç kolay olmadı.
Enetler'in Paflagonia'sı
Homeros'un İliada'sında sözü edilen Paflagonia,
Anadolu'nun Batı Karadeniz kıyılarında Bartın, Amasra, Kurucaşile
ve Cide'nin üzerinde bulunduğu, Kızılırmak'ın batısı ile Parthenios
Irmağı ( Bartın Nehri)'nın doğusundaki topraklarda yer alan bölgedir.
Mitolojideki "Altın Post" efsanesinin mekanı olarak da
tanımlanır. Bazı kaynaklara göre, adını "Sular İlahesi genç
bakire"den alan Parthenios Irmağı, çevresinde barındırdığı
olağanüstü çeşitlilikte bitki örtüsü ile Anadolu'ya ulaşan ilk kavimlerin
ilgisini çekmiş olmalıdır. Karadeniz'in hırçın dalgalarına karşı
güçlü bir set oluşturan sarp kayalar denize kadar dimdik inerken
bu nehrin denize kavuştuğu noktada geçit verirler ve nehir, gemilerin
kıyıdan 12 kilometre kadar içlere girmesine izin vererek onlara
kucak açar gibidir. Zaman zaman yolunu kaybeden yunusların da içinde
oynaştığı bu nehrin her iki yakasında suların içine kadar uzanan
ağaçların sert rüzgarla çıkardığı sesleri efsanevi "Sirenalar"ın
cezbedici ıslıkları ya da şarkılarıyla karşılaştıranlar da olmuştur.
Kim bilir, belki de Odysseus evine kavuşmak isterken yolu buralara
düşmüştür...
Bartın Nehri, tarihin ilk dönemlerinden beri gemicilerin sığınağı
olmuştur elbet. Düşük debisi, derinliği ve genişliği büyük tonajlı
gemilerin bile içerilere kadar ilerlemesine imkan sağlar. Ilıman
iklimli, bol yağış alan bir yer olması, zengin bitki ve hayvan çeşitliliği
burayı hep gözde bir yerleşim yeri yapmıştır.
Enetler'in anayurdu hakkında şu an kesin bir bilgi yoktur. Çoğunlukla,
onların İllirya'lı bir kavim olduğundan söz edilirse de, Paflagonia'nın,
özellikle de Amasra'nın ilk yerleşimcileri olduklarını iddia edenler
vardır. İllirya kökenli olduklarını düşünenler, onların M.Ö. 13.
yüzyıl civarında Frigler'in müttefiki olduklarını ve Traklar'la
komşu oldukları topraklardan Anadolu'ya göçüp buraya yerleştiklerini
varsayarlar. Önceleri Hititler'in hakimiyetine girmelerine karşın,
sonradan Frigler'le birlikte Hititler'e karşı durdukları düşünülür.
Bazı kaynaklarda buradan Enetoi diye de söz edilir. Homeros'un da
dizelerinde net olarak belirttiği gibi, saraylarını Bartın Nehri
kıyısına kurmuş olan gemiciliğe ve denizciliğe yatkın bu halk, atlarıyla
da hayli ünlenmişti. Hitit egemenliğinin son bulmasının ardından
Kızılırmak yayının dışına yayılıp, ardından Troialılar'a yardım
için Çanakkale Boğazı'na uzanmış olmalılar. Bu yolculuğu denizden
mi, karadan mı gerçekleştirmiş oldukları hala meçhul. Homeros ne
yazık ki, bunlardan hiç söz etmemiş. Harika işlemelerle süslü metal
koşumlarıyla göz kamaştıran atların ve birbirinden güçlü savaşçıların
karadan uzun bir yol kat edip gittiklerini de, ceviz kabuğunu andıran
tombul gövdeli ahşap teknelerle Karadeniz'den Ege'ye doğru yol aldıklarını
da şimdilik sadece hayalimizde canlandırıp betimleyebiliriz. Hangisinin
gerçek olduğunu belki de gelecekteki çalışmalar belirleyecek.
Amasra'nın da ilk kez M.Ö. 15. yüzyıl civarında denizci bir kavim
tarafından kurulmuş olduğu söylenir. Bunlar Enetler miydi, şimdilik
bilemiyoruz. Doyumsuz güzellikteki sahili ve yarımadanın iki yanında
yer alan korunaklı limanlarıyla buranın da cazip bir yerleşim merkezi
olduğu tartışılmaz. Ama ilk yerleşimcilerinin kimler olduğu hala
bilinmezliğini sürdürüyor.
Amasra'nın ilk adı Sesamos'un koydaki adacıkta yetişen susam bitkisinden
geldiği söylenir. Buraya şimdiki adını veren kraliçe Amastris ise,
M.Ö. 3. yüzyılda yaşamıştır.
Günümüzde Bartın 36 000 nüfuslu bir il, Amasra da 6500 nüfuslu bir
ilçedir. Yöre, dağlarla çevrelenmiş olmasına rağmen verimli ovalara
ve yaylara sahiptir. Bartın ve çevresi için zengin çeşitlilikteki
ormanlardan elde edilen kerestelerle tekne yapımcılığı ve güzellikleri
dillere destan ahşap evler hep bu bölgenin vazgeçilmezleri olmuştur.
Bunlar, tekneleri ve evleriyle, ahşap işçiliği ve denizcilikte tartışılmaz
ünleriyle zaten bize hep Venedikliler'i hatırlatmıyor mu ?
"Kuzenler" ata yurdunda
Şimdi sıra, Paflagonia sınırlarını çepeçevre
dolaşmaya gelmişti. 139 kilometrelik İnebolu etabı, 93 kilometrelik
Kastamonu etabı, 105 kilometrelik Safranbolu etabı da tamamlandıktan
sonra, 71 kilometre daha pedal çeviren bisikletçilerle 17 Ağustos
2001 günü Paflagonia'nın başkenti Bartın'a ulaşıldı. 2974 Kilometrelik
göç yolu sembolik olarak, atalarının izlediği rotanın tersine kat
edilmiş ve Ağustos ayının 35 hatta 40 dereceye ulaşan bunaltıcı
sıcağında böylece tamamlanmıştı. Her gittikleri yerde beklediklerinin
çok üzerinde ilgi görmüşler, bu da projeye olan inançlarını arttırmaya
yetmişti. Geçtikleri her köyde, her kasabada yörenin adetlerine
uygun ikramlar yapılmış, folklor gösterileri düzenlenmiş, unutulmaz
törenlerle şenlik havası yaratılmıştı. Artık, çayı da ayranı da
Türkçe adlarını öğrenecek kadar sevmiş, dahası tiryakisi olmuşlardı.
Paflagonia Projesi ekibinin Bartın'a ulaşmasından bir gece önce,
özel olarak davet edilerek İtalya'dan gelen Triveneto Bölge Guvernörü
Dr. Alvise Farina başkanlığındaki 17 kişilik Cittadella Rotary Kulüp
gurubu Fırıncıoğlu tesislerine ulaştı. Sabah, otelin giriş kapısına
asılan büyük pankartta "Benvenuti a Paflagonia" yani "Paflagonia'ya
hoş geldiniz" yazısıyla karşılaşan konuklar son derece heyecanlıydı.
O sırada otobüslerle otele ulaşan, Türkiye'nin çeşitli bölgelerinin
Rotary Kulüp üyeleri, eşleri, çocukları, yaklaşık 150 kişi, üzerlerinde
projenin amblemini taşıyan tişörtleri ve şapkalarıyla son derece
sıcak bir tablo oluşturdular. Hep birlikte yapılan kahvaltıda tüm
konuklara birer kırmızı karanfil sunarak tek tek "hoş geldiniz"
diyen "evsahipleri" gerçekten "kuzenlerini"
karşılıyormuşçasına duygulandılar. 3200 Yıl birbirinden uzak kalmış
kuzenlerin ilk karşılaşmasıydı bu. Geçmişten gelen bağlarla yeni
dostlukların temeli atılıyordu. Silvello'nun amaçladığı, hayal ettiği
her şey bir bir gerçekleşiyordu. Projenin en önemli amacıydı da
zaten buydu; Dostluk...
Projenin altın üçgeni: Padova - Troia - Bartın
29 Temmuz'da Fontaniva - Padova'da başlayan,
8 Ağustos'ta Troia'da unutulmaz anılarla süslenen ve nihayet 17
Ağustos'ta Bartın'da sonuçlanan yolculuk başarıyla tamamlanmıştı.
Bartın'da tarihi Belediye Binası'nın önü bayram yeri gibi süslenmişti.
Tüm cadde ve sokaklar Türk ve İtalyan bayrakları ile donatılmıştı.
Kültür Bakanı İstemihan Talay, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Nami Çağan, Vali Fatih Eryılmaz, Bartın Belediye Başkanı Rıza Yalçınkaya,
Amasra ve Kurucaşile'nin belediye başkanları, Dr. Alvise Farina,
Bartın Rotary Kulüp Başkanı Sami Karakaş ve diğer tüm davetliler
belediye binası önüne yerleştirilmiş sandalyelerde yerlerini alırken,
merakla "kuzenlerinin" gelişini bekleyen halk da caddenin
iki yanında sıralanmıştı. İlk bisikletçi köşeyi döndüğünde alkışlar,
sevinç çığlıkları duyulmaya başlandı. Bando marşlar çalmaya başladığında
tüm ekip üyeleri protokolün önünde yerlerini almıştı. Hepsinin boynuna
çiçekten kolyeler takıldı. Kürsüde yapılan İtalyanca konuşmalar
Türkçeye, Türkçe konuşmalar İtalyancaya çevrildi, karşılıklı hediyeler
sunuldu. Bu hediyelerin en anlamlısı, Ugo Silvello'nun üç vazo içinde
getirdiği, Padova'nın üç ayrı bölgesinden alınmış toprak, demir
atlarıyla ve savaş gereçleriyle ünlenmiş atalarını sembolize eden
bir at üzengisi, bir ikon ve projede kullanılan bisikletlerden biri
ile Bartın belediye Başkanı Rıza Yalçınkaya'nın gümüş kaplar içinde
sunduğu Paflagonia toprağı ve kardeşlik şilti oldu. İstemihan Talay
da Silvello'ya projenin ambleminin işlendiği elişi bir tablo hediye
etti. İtalya'dan gelen hediyelerin Bartın Belediyesi'nde, Bartın'da
verilen hediyelerin de Padova Müzesi'nde sergileneceği bildirildi.
Çoşkulu ve duygulu törenin ardından sıra misafirlere Paflagonia'nın
güzelliklerini sergilemeye geldi. Kalabalık davetli gurubu otobüslerle
Bartın Nehri kıyısında bekleyen teknelere taşındı. Onlarca tekne
nehir boyunca ilerlerken, ortaya çıkan manzara biraz Bartın'ın yüzlerce
yıllık geleneği Hıdrellez şenliklerini, biraz da Venedik'in "regata"larını
hatırlatır gibiydi. Her cinsten, her boyda tekne, kadınıyla, erkeğiyle,
çocuğuyla Türkçe ve İtalyanca konuşan cıvıl cıvıl insanlar... Her
tonda yeşilin, kuytularda gizlenmiş köhne teknelerin, kıyıdaki yaşlı
çektirmenin, uzaklarda kırmızı kiremitleri seçilen evlerin sudaki
yansımaları büyüleyiciydi. Sanki birazdan Sular İlahesi genç bakire
ile sirenalar ağaçların arasında saklandıkları yerden çıkıp nehrin
durgun sularında oynaşmaya başlayıverecek gibiydi. Büyülenmişçesine
çevreyi gözleyen Ugo Silvello'nun dudaklarından şu sözcükler döküldü:
"Nasıl da benim Brenta'ma benziyor"... Düşle gerçek birbirine
karışmıştı.
Tekneler, tarihi Gazhane binasının önüne yanaşmaya başladığında
düşlerin masalsı bir eğlenceye dönüşeceğinden haberdar değildik
henüz. Restore edilerek yediden yetmişe tüm Bartınlılar'ın akın
ettiği güzel bir park yeri haline getirilen binanın çevresi yine
Türkçe ve İtalyanca nidalarla çınlamaya başladı. Mehter takımı gösterisine
başladığında ise çıt çıkmıyordu. Kostümleri, müzikleri ve ihtişamlarıyla
davetlileri büyüleyen göstericiler Mehter marşlarını seslendirdikten
sonra Tuna Dalgaları'nı çalmaya başlayınca, bütün meydan vals yapan
insanlarla doluverdi. Ardından, hep birlikte halaylar çekildi. Birbirlerinden
asırlarca ayrı kalmış, birbirlerinin dillerini, geleneklerini, adetlerini
o güne kadar hiç bilmeyen "kuzenler" coşku içinde kaynaşıp
kucaklaştılar. Törenden sonra parkın ulu ağaçlarının gölgesinde
doyumsuz nehir manzarası önünde kurulan sofralarda konuklara Türk
mutfağının çok zengin çeşitlilikteki eşsiz yemekleriyle tatlıları
sunuldu. Buradan da onları ayırabilmek hiç kolay olmadı.
Akşam, projenin finali Fırıncıoğlu tesislerinde Bartın Rotary Kulübü
tarafından verilen büyük bir davetle noktalandı. Havuz başındaki
yemekte üç yüze yakın konuk vardı. Yıldız İbrahimova başta olmak
üzere müziğin seçkin sanatçıları unutulmaz bir konser sundu. Bölgenin
güzelliklerini gözler önüne seren bir dia gösterisi yapıldı. Karşılıklı
veda konuşmalarının ardından çeşitli hediyeler sunuldu, hatıra fotoğrafları
çekildi. Gecenin sonunda, üzerine Paflagonia Projesi'nin amblemi
işlenmiş dev beyaz pasta herkesin beğenisini kazandı.
Unutulmaz anılarla bezenmiş, büyük dostlukların başladığının işaretlerini
veren ve amacına ulaşan projenin ilk bölümü böylece başarıyla tamamlanmış
oldu.
Proje gelişiyor
Fontaniva'ya dönüşte ekip üyelerini, özellikle
de Ugo Silvello'yu müthiş bir maraton bekliyordu. İtalyan basını
konuya geniş verirken, Silvello da bir programdan diğerine koşuşturuyordu.
Resmi ve gayrıresmi onlarca toplantıya katılan Silvello, projeyi
sayısını hatırlamadığı kadar çok kişiye anlattı. Onun toplantılarından
birine konuk olan Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Necati Uçkan da projeden
son derece etkilenip tüm ekip üyelerini Silvello ile birlikte Roma'ya
davet etti. Amacı, kendisini son derece heyecanlandıran bu projeyi
ve Silvello'yu Roma'da vereceği davette diğer ülke temsilcileriyle
ve Roma'nın ileri gelen simalarıyla tanıştırmaktı. Corriera della
Sera'dan Repubblica'ya, Gazzettino'dan La Bicicletta'ya kadar İtalya'nın
en büyük gazete ve dergileri konuya geniş yer ayırırken, RAI'den
yerel kanallara bir çok televizyon kuruluşu da bu projeden söz eder
olmuştu.
Türkiye'de de, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Cumhuriyet gibi büyük
gazetelerle, bisiklet turu güzergahı üzerindeki tüm kentlerin yerel
basınında bu proje konu edilmişti. Müjdat Yeşildağ TRT, NTV gibi
bir çok televizyon kuruluşunun programlarına davet edilip, Paflagonia
Projesi'ni defalarca anlatmıştı. Atlas, Sky Life, Voyager gibi dergiler
de konuyu sayfalarına taşımış, Paflagonia Projesi, birkaç ay içinde
yüz civarında haber ve yorumla Türk ve İtalyan basınında yer almıştı.
Artık, bu başarının Fontaniva'da da kutlanması zamanı gelmişti.
1 Ekim 2001 akşamı Elite tesislerinde muhteşem bir davet daha verildi.
Amerigo Sartore ve eşi tarafından verilen davete Veneto bölgesinde
bulunan Rotary, Lions ve Panathlon Kulüplerinin üyelerinden oluşan
170 kişinin yanı sıra, bu kulüplerin başkanları, Rotary Kulüp Triveneto
Guvernörü Dr. Alvise Farina, parlamenter Flavio Rodeghiero, Fontaniva
Belediye Başkanı Luciana Bertoncello, Padova Müzesi müdürü Dr. Girolamo
Zampieri, Müjdat Yeşildağ eşleri ile birlikte katıldılar. Onur konukları,
şüphesiz ki projeyi başarıyla tamamlayan Dr. Ugo Silvello ve ekibi
idi.
Padova'dan Paflagonia'ya uzanan 2974 kilometrelik yol boyunca yaşananların
tümünün kaydedildiği video görüntüleriyle dialar ve fotoğraflar
Silvello'nun anlatımı ve belli belirsiz duyulan fon müziği eşliğinde
davetlilere sunuldu. Projeye maddi ve manevi destek vermiş olanlar,
başından sonuna kadar tüm etkinliği hayranlıkla izlediler. Kusursuz
denebilecek kadar mükemmel organize edilmiş olan bu tur Padova Bölgesi
yöneticilerini de son derece memnun etmeye yetmişti. Yemeğin hemen
ardından, aldıkları önemli bir kararı tüm davetlilerle paylaşan
yöneticiler, Paflagonia Projesi kapsamında, Türkiye ile kurulan
dostluğun somut bir işaret olması amacıyla Paflagonia bölgesinde
belirlenecek arkeolojik bir çalışmaya veya tarihi bir anıtın restorasyonuna
kaynak ayıracaklarını açıkladılar. Silvello'nun keyfine diyecek
yoktu artık. Bu, projenin bir adım daha ilerlemesi demek oluyordu.
Gecenin sonunda, Padova Belediyesi yetkilileri ile Paflagonia Projesi
ekibinin 19 Ekim 2001 günü Padova'da resmi bir toplantı yapmalarına
karar verildi.
Son derece olumlu kararların alındığı bu toplanın ardından Kasım
başında bir toplantı daha gerçekleştirildi ve Paflagonia'da yapılacak
çalışmalar için 50.000 USD kaynak ayrılacağı sözü verildi. Bu enerji
ile tekrar çalışmalara başlayan Silvello ile ekibi, bir yandan 2
CD, 10 makale hazırlayıp 7 büyük konferans ve çeşitli merkezlerde
onlarca toplantı düzenleyerek yapılanlarla yapılması planlananları
kamuoyuna duyurmaya çalışırken, diğer yandan da "Köklere Yeniden
Dönüş Projesi"ni şekillendirmeye başladılar.
Padova Bölge Yönetimi, Bartın, Padova ve Fontaniva Belediyelerinin
desteği ve Elite firmasının katkılarıyla gerçekleştirilecek olan
inceleme gezisinde bu kez uzmanlar da yer alacaktı. Padova-İstanbul-Bartın
arasında aylar süren yoğun haberleşme trafiğinin ardından, ikinci
yolculuk 28 Haziran 2002'de başladı. Beş kişilik ekipte bu kez Ugo
Silvello'ya, Padova Vilayeti Kültür İşleri danışmanı Massimo Giorgetti,
Padova Müzesi müdürü Dr. Girolamo Zampieri, mimar-restoratör Romano
Cavaletti ve tarih öğretmeni Lorena Prai eşlik ediyordu. Gönüllü
tercüman olarak onlara ben de katıldım. İstanbul'da, Atatürk Havalimanı'nda
kucaklaşmamız yine birbirini özlemiş kırk yıllık dostlar gibi oldu.
Bartın Belediyesi'nin özel olarak gönderdiği araçla Bartın'a gittiğimizde
vali Fatih Eryılmaz, milletvekili Cafer Tufan Yazıcıoğlu, Bartın
Belediye Başkanı Rıza Yalçınkaya, Amasra Belediye Başkanı Ali Yıldırım
ve diğer yetkililer tarafından karşılandık. Son derece sıcak ve
dostane sohbetlerin yaşandığı karşılamada yine karşılıklı hediyeler
sunuldu. Bu kez hediyeler ağırlıklı olarak Padova ve Bartın çevresini
tanıtan kitaplardan oluşuyordu. Şimdi, sıra yöreyi karış karış gezerek
Padova Belediyesi'nin göndereceği para ile yapılacak olan çalışmayı
belirlemeye gelmişti. Amasra ve Bartın çevresinde 2 Temmuz akşamına
kadar sürdürdüğümüz yoğun araştırmalar sonucu uzmanlar, Amasra'daki
Kuşkayası Yol Anıtı restorasyonu üzerinde fikir birliğine vardılar.
Amasra Kuşkayası Yol Anıtı
M.S.50'li yıllarda Roma İmparatorluğu'nun
Doğu Eyaletleri Komutanı Gaius Julius Aquilla Amasra Gerede arasındaki
dağ yolunu açtırdığı için bu bölgenin valiliğine atanıp, kendi adına
bir yol anıtı yaptırabilmesi için özel bir izin verilerek ödüllendirilmişti.
Amasra'ya sadece 4 kilometre mesafedeki muhteşem manzaralı bu anıt,
yan yana iki at arabasının geçebileceği 5 metrelik yolun yanındaki
kayalara oyulmuştur. Anadolu'nun tek, dünyanın da ilk örneklerinden
biri olarak günümüze ulaşan bu anıt da 2000 yıllık tahribatın izlerini
taşımakla birlikte, kabartma olarak işlenmiş togalı insan figürü
ile kartal kabartması hala net olarak görülebilmektedir. Ancak her
ikisini de kafaları kopmuştur. Aquilla kartal demektir. Büyük ihtimalle
bu togalı insan Komutan Gaius'tur ve kartal da onun sembolüdür.
Bir başka düşünceye göre de togalı figür imparator Tiberius Claudius
Germanicus'u temsil eder. Sağ yanına yerleştirilen kartal da onun
sadık komutanı Gaius olabilir. Anıtın bir diğer özelliği, üzerinde
dostluk ve barış mesajları bulunan iki kitabesidir. Yazılar Latince
ve Grekçe olarak iki dilde yazılmıştır. Yakınlarında bir yol çeşmesi
bulunduğu var sayılır. Anıt üzerindeki nişlerin aydınlatma amaçlı
meşaleler için olduğu bilinir. Yemyeşil bir bitki örtüsü içinde
vahşi bir doğa ve deniz manzarasıyla bütünleşen bu anıt, Roma İmparatorluğu'nun
bölgedeki hakimiyetini kaybetmesinin ardından önemini yitirmiş olsa
da, ağaçların sık dokusu içinde19.yüzyıla kadar saklanmayı başarmıştır.
1890'da yeni yol yapımı esnasında, bu anıtla bağlantılı olabileceği
düşünülen oturma ve dinlenme yerleri, çeşme gibi yapıların yok olup
gitmiş olması muhtemeldir. Daha sonra Anadolu'ya gelen araştırmacılar
tarafından incelenen anıtın hazine avcıları tarafından da hayli
tahrip edildiği anlaşılmıştır. Bunu, ressam Laurens'in yaptığı çizimlerde
net olarak görmek mümkündür. Araştırmacılar, kitabelerde yer alan
metinleri okuyup bunları yayınlamışlardır. 1995 Yılında anıtı sarmalayan
bitkiler temizlenmiş, anıtta define arayanların koparttığı parçalar
bir araya toplanmış, ahşap bir merdivenle ulaşım kolaylaştırılmaya
çalışılmıştır. 1999 Yılında da, yola bu anıtı işaret eden bir tabela
yerleştirilmiş, geceleri kolayca fark edilebilmesi aydınlatma sistemi
yapılmıştır. Ancak, temizleme çalışmaları esnasında çevreden toplanarak
bir araya getirilen kaya parçalarından, bugün ne yazık ki, eser
yoktur.
Bu anıtın Paflagonialı Enetler ile bir bağlantısı yoktu elbet. Ama
burada amaçlanan, Padova ile Bartın arasında kurulan dostluğun anısına
Paflagonia Projesi ekibi tarafından sembolik bir iz bırakılmasıydı.
Amasra Müzesi müdürü ziyaret edilerek kendisinin görüşleri ve anıtla
ilgili olarak bugüne kadar yapılan çalışmalar konusunda bilgi alındı.
Proje içinde proje
Bir yandan restorasyon için araştırmalar
sürdürülürken, Ugo ile Lorena'nın Bartınlılar'a hazırladıkları hoş
bir sürpriz daha vardı. Başkan'dan gerekli izni alıp, tarihi Gazhane
binasının duvarına kocaman bir Paflagonia Projesi logosu resmettiler.
Ancak, logoda küçük bir değişiklik yapılmıştı. Türkiye'nin mutlaka
AB içinde yerini alması gerektiğini savunduklarından, bu düşüncelerini
de sembolik olarak anlatmak amacıyla, logodaki Demir Atlı Enet savaşçısının
kalkanına AB bayrağını, 12 yıldızın ortasına da Türk ve İtalyan
bayraklarını yerleştirdiler.
Kuşkayası Yol Anıtı restorasyonu için olumlu görüş bildiren Padova
Vilayeti Kültür İşleri Danışmanı Massimo Giorgetti Bartın'daki görevini
tamamlayınca Niğde'ye doğru yola çıktı. Çünkü artık, Paflagonia
Projesi'nin bir "kardeş"i olmuştu.
Yıllarını Venedik Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü'nde çalışarak geçiren
ve geçtiğimiz yıllarda emekli olan Niğdeli Prof. Asım Tanış, Antik
Tyana kentinde yapılacak kazı çalışmalarına gereken destek için
Venedik Üniversitesi, Padova Üniversitesi ve Padova Belediyesi'nden
katkı sağlayınca, yetkililer her iki projenin birlikte yürütülmesi
yönünde bir karar almışlardı. Bundan böyle projenin ortak adı "Anadolu
Projesi" oluyordu. Padova Belediyesi'nin ayırdığı 60.000 Euro'luk
bütçeden Paflagonia Projesi ile Anadolu Projesi'nin payına 30.000'er
Euro düşüyordu. Bu rakam, başta Paflagonia Projesi için söz verilen
50.000 USD yanında düşük olmakla birlikte kabul etmekten başka çare
yoktu.
Gerekli izinlerin alınmasının ardından, Anadolu Projesi adıyla sürdürülecek
çalışmalar için oluşturulan bilimsel teknik heyetin üyeleri; Padova
Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Topografya kürsüsünden Prof. Dr. Guido
Rosada, Padova Arkeoloji Müzesi müdürü Dr. Girolamo Zampieri, Venedik
Üniversitesi Eskiçağ Bilimleri ve Yakındoğu Bölümü, klasik Arkeoloji
Kürsüsü emekli üyesi Prof. Dr. Gustavo Traversari, Padova Üniversitesi
Jeofizik Araştırmaları öğretim üyesi Prof. Dr. Ermanno Finzi, Venedik
Üniversitesi Türkoloji kürsüsünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr.
Asım Tanış, Padova - Tombolo Eğitim Müdürü Dr. Ugo Silvello ve Padova
- Vigonza'da R.W.S. Arkeolojik Onarımlar firması sahibi mimar restoratör
Romano Cavaletti idi.
İşte şimdi, Massimo Giorgetti'yi Niğde yollarına düşüren, bu projenin
beklediği resmi onaydı. Massimo'nun vereceği raporlar doğrultusunda
her iki çalışma paralel olarak sürdürülecekti.
Resmi ilişkiler kuruluyor
Silvello'nun, Massimo'nun, Zampieri'nin ve
Romano'nun Bartın'dan ayrılana dek ısrarla üzerinde durdukları en
önemli konu, şimdi Bartınlı yetkililerin yapması gereken Padova
ziyaretiydi. Yazışmalara bir an önce başlanması gerektiğini sık
sık tekrarlayarak bir kez daha hayranlık duydukları topraklara veda
edip 3 Temmuz 2002 günü İtalya'ya döndüler. Ayrılırken kimse göz
yaşlarına engel olamıyordu. "Kuzenler" yeniden gelecekleri
sözünü verip, arkalarında onlarca güzel anının yanında, projenin
büyük boy logosunu da Gazhane duvarında resmedilmiş olarak bırakmışlardı.
Karşılıklı resmi yazışmalar birkaç ay sürdü. Nihayet, Aralık ayında
resmi bir heyetin Padova ziyareti yapması kararı alınmıştı. Vali
Fatih Eryılmaz, Belediye Başkanı Rıza Yalçınkaya, Bartın milletvekilleriyle
Rotary 2001 ve 2002 başkanları, eşleri ve özel konuk olarak Müjdat
Yeşildağ, hep birlikte İtalya'ya gittiler. Orada, onlar da gerçek
"kuzenler" gibi karşılandılar. Amerigo Sartore tüm ekibi
Cittadella'da misafir etti. İki kentin valileri ve belediye başkanları
arasında gerçekleştirilen resmi görüşmelerin ardından 13 Aralık
2002 Cuma günü işbirliği protokolü imzalandı. Padova İl Başkanı
Dr. Vittorio Casarin ile Bartın Valisi Fatih Eryılmaz tarafından
imzalanan anlaşmaya göre, iki il arasında toplumsal, kültürel ve
ticari işbirliğine yönelik çalışmalar yapılacaktı. Anlaşmanın en
önemli maddesi, T.C. Kültür Bakanlığı'nın onayı alınmak koşuluyla
arkeolojik, tarihsel ve sanatsal çalışmalar yapılacak olmasıydı.
Heyetin unutulmaz anılarla Bartın'a dönmesinin ardından resmi çalışmalara
hemen başlandı. Kültür Bakanlığı'na Kuşkayası Yol Anıtı restorasyonu
için izin başvurusu yapıldı. En kısa sürede alınması beklenen bu
izinle ve Padova Belediyesi'nin buraya ayırdığı kaynakla başlatılacak
olan çalışmanın üç ay içinde tamamlanması planlandı. Gelişmeler
üzerine görüşmeler yapmak ve birlikte üretilebilecek yeni projeleri
araştırmak üzere 28 Haziran 2003'te Ugo Silvello başkanlığında bir
ekip yeniden Bartın'a geldi. Lorena Prai ve Romano Cavaletti ile
birlikte 2001 yılında Padova'dan Bartın'a 2974 kilometre pedal çevirerek
ulaşan Giovanni Rebellato ile Padovalı mühendis Pierluigi Fornasier
de bizlerle birlikteydi. Onlarla aynı uçakla Türkiye'ye gelen Prof.
Asım Tanış, beraberindeki İtalyan arkeoloji profesörü Guido Rosada
ile birlikte gerekli izinleri almış oldukları için, Tyana kazılarına
başlamak üzere Niğde'ye doğru yola çıkmışlardı. Bartın'da ve Amasra'da
yine son derece dostane ilgi ile karşılanan ekip üyeleri, Paflagonialı
kuzenlerini 2004 Mayıs'ında Padova'da, kardeş kentlerin yerel tanıtımlarının
yapıldığı fuara davet ettiler. Bu amaçla, vali, belediye başkanları,
Sanayi ve Ticaret Odası, Rotary Kulüp, Halk Eğitim Merkezi, organize
sanayi bölgesi ziyaretleri yapıldı. Öncelikle ahşap elişleri, telkırma,
el dokumaları ve yörenin ünlü lokumlarıyla ormanlardan toplanarak
ambalajlanmış doğal ve şifalı bitkiler ekibin ilgisini en çok çeken
ürünler oldu. Yine Bartın Nehri'nde tekne ile yapılan unutulmaz
bir gezi, yayla keyfi, Safranbolu turu derken beş gün süren bu ziyaretin
sonunda Silvello ile Lorena'nın Bartın'a bir hediyesi daha vardı:
Gazhane binasının duvarına, Paflagonia Projesi'nin yanına bu kez
de Anadolu Projesi'nin logosunu resmettiler.
25 temmuz 2003'te Ugo Silvello yine Türkiye'ye geldi. 20 temmuz
2001'de İstanbul'daki Venedik Sarayı'nda karşılaşmamızın ardından
hemen her gün internetten yazıştığımız, tüm Bartın ziyaretlerinde
hep birlikte olduğumuz Silvello ve eşi, şimdi de benim özel konuğum
olarak, 2001'deki turda bisikletçilere motorsikletiyle eşlik eden
Aladino Tognon ve eşi ile birlikte Çanakkale'ye geldiler. Bu yıl,
ikincisini düzenlediğimiz "Homeros Günü" etkinliğine katılmak
üzere Bozcaada'ya gitmeden önce, bir hafta boyunca Çanakkale ve
İntepe belediye başkanları, sivil toplum kuruluşları, Çanakkale
Arkeoloji Müzesi müdürü, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Turizm
ve Tanıtma Derneği, Rotary Kulüp ve Troia kazılarını yürüten Prof.
Manfred Korfmann ile çeşitli toplantılar ve görüşmeler yaptıktan
sonra yepyeni projelerin heyecanıyla yeniden Padova'ya döndüler.
Peki ya sonra? Sonrasında neler yapılabileceği konusunda Silvello
yeni fikirler üzerine kafa yormaya başladı bile. Çünkü O, hayallerinin
gerçek olabileceğini kanıtladı. Onun deyimiyle ifade edersek; küçücük
bir fikirden, kocaman bir projeye dönüşen Paflagonia Projesi'nde
bir adım daha atıldı. Şimdi hep birlikte daha neler yapabiliriz,
onu düşünüyoruz, el ele, gönül gönüle...
Önümüzdeki yıllarda, geçmişini Troia'ya dayandıran merkezlerden
belediye, üniversite, müze, Rotary Kulüp ve gönüllü kuruluşların
desteği ve sponsor katkısıyla, yelkenlerinde geldikleri yerin adı
yazılı birer tekneyi Troia önlerinde toplamak şimdilik bir hayal
belki de. Ama bugüne kadar gerçekleşenler de önceleri bir düş değil
miydi? Paflagonia Projesi, İliada'nın izinde düşten gerçeğe dönüşmedi
mi?
Bu kez rehberimiz, Çanakkale ziyaretinde Ugo ile birlikte okurken
ikimizi de son derece heyecanlandıran, antik Roma şairlerinin en
büyüklerinden, M.Ö. 88 civarında Veneto bölgesinde bulunan Garda
Gölü yakınlarında doğmuş Gaio Valerio Catullo (Catullus)'nun, bir
bölümünün çevirisini yaptığım şiiri olabilir. 30'lu yaşlarındayken
Bitinya'daki Roma valisi Caio Memmio'yu ziyaret amacıyla Anadolu'ya
gelen ve Paflagonia'yı tanıyan Catullo, belki de Homeros'un etkisiyle
bu dizeleri kaleme almış ve eserinde, Paflagonia'nın yemyeşil ormanlarından
kesilen ağaçlarla yapılan bir tekneyi Karadeniz, Marmara, Ege ve
Adriyatik'ten geçirerek Venedik Lagünü'nde büyük ihtimalle Po veya
Adige Nehri'nin kollarından birine sokmuş ve Garda Gölü'ne kadar
ulaştırmış. 2000 yıl önce gerçekleştirilen bu efsanevi yolculuğu,
şimdi ters yönde tekrarlamamak için neden var mı?
Şu gördüğünüz tekne dostlarım,
En hızlısı olduğu söylenir.
Küreklerle ya da yelkenle
Uçarcasına ilerleyen bu tekneyi
Aşıp geçmeyi kimseler başaramadı.
Derler ki; Hiçbiri onu yolundan alıkoyamadı.
Ne Adriyatik'in tehlikelerle dolu kıyıları,
Kiklades Adaları, asil Rodos,
Ne Trakya'nın vahşi Propontus'u, hırçın Karadeniz.
Bir tekneye dönüşmezden önce o,
Çalılıkların sıklıkla fısıldaştığı Gideros ormanlarında
Yaprağı bol ağaçlardan biriydi.
Karadeniz kıyısındaki Amasra,
Zengin şimşir ormanlarıyla Gideros
Onu biliyorlardı, onu çok iyi tanıyorlardı.
Derler ki; Bu tekne senin tepelerinde hayat buldu,
Kürekleri senin denizlerinde değdi suya ilk kez.
Tüm denizlerin hakimini o taşıdı uzaklardan,kasırgalar içinden
Kah bir doğudan bir batıdan esen fırtınaları atlatarak,
Kah Jüpiter'in üflediği rüzgarları yelkenine doldurarak.
Kumsalların sakin koynuna sığınmadı asla.
O, çok uzaklardaki denizlerden gelerek
Bu sakin göle ulaştı.
İşte böylece zaman akıp gitti: Şimdi, bu kuytu yerde yaşlandı
Ve kendini sana adadı.
Sana, Castor'a ve sana, Castor'un ikizi olan Polluce'ye,
Cevza burcunun öteki yıldızına ...
( Gaio Valerio Catullo)
Yazan: EMEL (ALTAN) EGE
2003- İstanbul
Kaynaklar:
*İLİADA - Homeros Can Yayınları 1993
*Düş ve Gerçek TROİA Homer Kitabevi 2001
*Padova Romana
Hilde Hiller- Girolamo Zampieri Grafiche Turato s.a.s. 2002
*Padova per Antenore Poligrafica Moderna 1990
*Roma Tarihi/ Titus Livius Arkeoloji ve sanat Yayınları 1992
*The Golden Treasures of Troy
Herve Duchene Thames and Hudson 1995
*Schliemann of Troy
David Traill Penguin Books 1995
*Avrupa'nın Anası Anadolu
Helmut Uhlig Telos Yayıncılık 2001/Ağustos
*Homeros Batının İlk Ozanı
Joachim Latacz Homer Kitabevi 2001
*TROİA Bir Kent ve Mitleri Yeni Keşifler
Birgit Brandau Arkadaş Yayınevi 2002/Ağustos
*BARTIN
Erkan Aşcıoğlu Bartın Ticaret ve Sanayi Odası 2001
*Aeneas / Vergilius Payel Yayınevi 1995
*Troia Homeros İliada ve Etkileri
Prof.Dr. Manfred Korfmann
Prof.Dr. Dietrich Mannsperger Arkeoloji ve Sanat Yayınları 1992
/ Eylül
*Troia Gezi Rehberi
Prof. Dr. Manfred Korfmann Arkeoloji ve Sanat Yayınları 1992
*Antik Mitolojide Kim Kimdir
Gerhard Fink Kabalcı Yayınevi 1997
*İlahi Komedya
Dante Oğlak Yayıncılık Ekim 1998