İş işten geçti, ama zararın neresinden dönülürse
kar olacağı da yeni yeni anlaşılmaya başlandı. Geçtiğimiz hafta,
Çanakkale Belediye Meclisi Tarih Komisyonu ilk toplantısını gerçekleştirirken,
sivil toplum örgütleriyle elele vererek Çanakkale'deki tarihi evlerin
restorasyonu için Türkiye'de örnek olabilecek bir çalışma başlattı.
Örnek olacak çalışma elbette tarihi evlerin restorasyonu değil,
-bu pek çok yerde yapılmaya çalışılıyor ve hatta Çanakkale bu konuda
çok çok geç kalmıştır- ancak, Belediye'nin kendi bünyesinde bir
Tarih Komisyonu kurması ve kentteki sivil toplum kuruluşları ile
birlikte çalışması gerçekten alkışlanacak bir durumdur. Kaybettiklerimizi
hiçbir zaman geri getiremeyiz, ama en azından elimizde kalan üç
beş örneği geleceğe aktarabilirsek, ne mutlu bizlere.
Aslında kaybettiklerimiz konusunda da çok karamsar olmaya gerek
olmadığını düşünüyorum. Şöyle bir örnek vermek isterim:
Hepimizin bildiği gibi Dünya'nın en iyi korunmuş, en çok turist
çeken, en bilinen ve en ilginç kentlerinden biri şüphesiz Venedik'tir.
Venedik, aslında geçmişi çok eskilere dayanan, doğal güzellikleri
ve stratejik önemiyle uğrunda çok kanlar akmış bir toprak parçası
değildir. Hatta Venedik, bir toprak parçası bile değildir. Verimli
ovaları, yemyeşil ormanları, billur gibi akan suları da yoktur Venedik'in,
kent tarihi 25 Mart 421 Cuma gününe dayanır. Oysa Venedik halkı
çok daha köklü bir tarihe sahiptir. İllirya'dan göçüp, Anadolu'da
Paflagonia'ya yerleşmiş, Troya Savaşı'na katıldıktan sonra, Troya'lı
Antenor'un peşi sıra İtalya'nın kuzeyindeki bereketli topraklara
gelip, M.Ö.1184'de Padova kentini kurmuş Venetler (Henetler/ Enetler)'in
torunlarıdır onlar. O dönemde, şu an üzerinde Venedik kentinin olanca
haşmetiyle endamını sergilediği lagün ise uçsuz bucaksız sazlıklarla
kaplı iğrenç bir bataklıktır.
Bu insanlar Anadolu'dan taşıdıkları kültür zenginliklerini bölgede
kurdukları Padova, Aquila, Verona, Altino gibi kentlere yansıtmışlar,
yazları kocaman bir tuzlaya dönüşen Venedik lagününden elde ettikleri
tuz sayesinde de ticareti zirveye çıkarmışlardı. M.S. 402'de Bizans
İmparatoru Arkadios ve ardılı Theodosios Gotlarla anlaşıp, türlü
tavizlerle onların saldırılarının yönünü Konstantinapolis'ten İtalya
topraklarına çevirmeyi başaramasalardı, bugün adı dillere destan
bir Venedik de asla olamayacaktı. Gotlar tarafından göz alıcı zenginlikteki
kentleri yakılıp yıkılınca çareyi kaçmakta bulan Veneto bölgesi
halkının ulaştığı son nokta bu lagün olmuştu. Geçici sığınma mekanı
olan bir bataklıktan ihtişamlı bir kent yaratılacağı kimsenin aklında
yoktu. Oysa, Gotlar'ı Hunlar, Hunlar'ı Lombardlar izleyince halk
da ister istemez burayı yaşanılır kılmak için var gücüyle çalıştı.
Çünkü burası onlar için doğal korunma sağlıyordu.Yüzyıllardır tuz
toplamak, balık ve su kuşu avlamak için altı düz tekneleriyle geldikleri
lagünde var olmanın inceliklerini çok çok iyi öğrenmişlerdi, atlı
akıncıların ise bu korkunç bataklıkta ilerlemesi imkansızdı. Önce,
çevredeki ormanlardan kestikleri kütükleri yüzdüre yüzdüre getirdiler,
sonra minik çamur adacıklarının arasındaki kanalları derinleştirip
çıkan çamurla bunların zeminini biraz daha güçlendirdiler ve sonra
da kütükleri bir bir çakarak çamurla sıvadıktan sonra su kuşları
gibi yuvalarını kondurdular. İlkin ahşap evler yaptılar, ardından
Maydos tuğlaları kullandılar, en son olarak da İstri'nin muhteşem
mermerleriyle kapladılar binaları. Artık çok güçlü bir Venedik Dükalığı'ndan
söz edilmekteydi. Denizde var olmuş bu şehir- devlette hem gemilerine
yol göstersin, hem de karadan ve denizden gelebilecek tehlikeleri
gözlesin diye bir kule inşa edildi. 25 Nisan 912 günü büyük törenlerle
açılışı yapılan kulenin boyu, zaman içinde geçirdiği tadilat sonrası
1515'te tam 98,5 metreye ulaştı. Aynı zamanda 5 çanıyla San Marko
Bazilikası'nın çan kulesi olarak da kullanılan ve 1000 kadar kazık
üzerinde yükselen bu yapı, 1793'te Avrupa'nın ilk aydınlatma sistemli
feneri oldu. Goethe, Galile gibi ünlü isimlerin hayranlıkla ziyaret
ettiği kule, yılların yorgunluğundan mı, zeminin kayganlığından
mı bilinmez, 14 Temmuz 1902 sabahı saat 09.52'de birdenbire olduğu
yere çöküverdi. İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra, hemen toplanan
Senato'dan şu karar çıkmıştı: "Com'era, dov'era" yani
"nasılsa, neredeyse" aynen yapılacaktı. İşte, şu anda
kentin sembolü olarak tüm turistlerin ilgi odağı olan ünlü Venedik
Çan Kulesi, aslında 25 Nisan 1912 günü takdis edilen bir "tıpkı-yapım"dır.
Bu uzun öyküyü elimden geldiğince kısaltarak da olsa sizlere anlatmamın
nedeni, yitirdiklerimizin bile gün gelip sembolik anlamda yeniden
yaratılabileceğini vurgulamaktı. Hiçbir zaman aslı kadar değer taşımayacak
olsa da bir dönemin kültürel özelliklerini bire bir geleceğe aktarmanın
en iyi yolu bu olsa gerek.
EMEL (ALTAN) EGE 1-12-2001