KİTABIM



*** VENEDİK ***


Kitap için isim seçenekleri:

*BENİM VENEDİK’İM

*BİZANS’IN UZAK KENTİ; VENEDİK

*BÜYÜLÜ KENT VENEDİK

*BİTMEYEN BİR MASAL; VENEDİK

*DÜŞLER KENTİ VENEDİK

*IŞIĞIN SULARLA DANSI

*TUTKUNUN PEŞİNDE: VENEDİK


“ Bana Venedik’i ilk kez yaşatan BABAMA, hep yaşatan KOCAMA, desteği ile her

zaman yanımda ve arkamda olan KARDEŞİME ...”

BAŞLARKEN ...

NEDEN VENEDİK ?


İtalya’yı ilk kez 1974’ün Ağustos’unda tanıdım. Sabahın erken saatlerinde, bir ay sürecek Avrupa turumuzun üçüncü durağı Ljubljana’dan yola çıkıp sınırı geçtikten sonra,yemyeşil ormanlarla çevrili dağ yolundan kıvrıla kıvrıla Trieste’ye inerken bu ülkeyi seveceğimi ilk kez yüreğimde hissetmiştim. Tronchetto’da arabayı otoparka bırakıp “vaporetto” ile Büyük Kanal’a girdiğimizde, Venedik büyüsü çoktan içimi kaplamıştı bile.
San Marco’da meydanı çevreleyen saraylar, kilise, kule, kafeler, labirent misali kanallarda yalpalaya yalpalaya ilerleyen gondollar ... Hepsi bir masal kitabının harikulade çizgileriydi sanki. Orkestralar birbiri ardına romantik parçalar çalıyor, büyüleyici ezgiler tüm meydanı sarıyordu. Günün yorgunluğunu atmak isteyen, özenli giyimli, her yaştan, her milletten insan meydandaki kafeleri doldurmuş, bir yandan müziğe kulak verirken keyifle içkilerini yudumluyordu. Gülümseyen yüzlerinde bu muhteşem dekorun bir parçası olmanın hazzı ve mutluluğu vardı.
Yıllar sonra, 1990’da bu kez Temmuz ayında, farklı bir noktadan, Punto Sabbione’den oldukça büyük bir tekneyle çıktık yola. Uzaktan Venedik silueti henüz görünmüştü ki, hemen yanımızda limandan yeni demir almış son derece lüks, kocaman bir yolcu gemisi beliriverdi. Tüm yolcular bu büyülü kente, Venedik’e son bir kez bakıp el sallıyor, (bence) hüzünle veda ediyorlardı. Bizler, o geminin yanında fındık kabuğu gibi kalan teknemizden onları izliyorduk. Bir an, kendimi Fellini’nin Amarcord’unda, sandallarına atlayıp dev transatlantiği görmek için denize açılan ve o anın coşkusuyla göz yaşlarına boğulup, heyecandan ne yapacağını şaşırmış, çığlıklar atan insanların arasında hayal ettim. Hoş bir duyguydu. Sağımda Venedik’in büyülü Ortaçağ görüntüsü, solumda modern Newyork gökdelenleri gibi yükselen devasa gemi. Bir yanda geçmişten yansıyan akıl almaz bir ihtişamın hoş kızıllığı, öte yanda haşmetli görüntüsüyle lagünü kaplayan beyaz dev.
O duygularla San Marco’ya indim. Koskoca on altı yıl içine bir şeylerin değişmiş olacağını sanıyordum. Oysa her şey yerli yerinde, hiç bozulmadan, güzelliğinden ve özelliğinden hiçbir şey yitirmeksizin öylece duruyordu. Sanki sihirli bir el zamanı durdurmuştu. Orkestralar yine aynı yerlere kurulmuş, aynı nameleri çalıyordu. Bu kez tam anlamıyla “tutuldum” bu masal kentine. Daha bir heyecanla, daha bir merakla dolaşmaya başladım daracık sokaklarında. Yüzlerce yıldan beri öylece korunabilmiş bir güzelliğin on altı yıl gibi kısacık bir zaman diliminde değişebileceğini düşünmekle haksızlık etmiştim elbet. Ama İstanbul gibi Venedik’ten hiç de aşağı kalmayan değerlere ve güzelliklere sahip bir metropolde bir ay önce geçtiğimiz parke taşlı hoş bir sokağın hayran olduğumuz bir ahşap konağını, yerine çok yakışan bir heykeli, asırlık ağaçlarla donanmış bir bahçeyi bir daha bulamama şokuna alışan bizler için, aradan geçen bu zaman uzun bir süre sayılabilirdi. Oysa Venedik çok farklıydı. Artık bunu net olarak anlamıştım: Venedik’te zaman Ortaçağ’da donmuştu.

Anılar canlanıyor ...

Hafızamın biraz güçlü olmasının da sağladığı avantajla 1974’de kaldığımız oteli, kolej mezuniyet töreni için minik bir işlemeli gece çantası aldığım dükkanı ( aynı çantadan bir tane hala o vitrinde duruyordu), biraz serinlemek için tam 3000 liret ödeyerek ( o kadar çok “kağıt” parayı bir bardak limonataya vermek beni çok şaşırtmıştı. 3000 TL o gün için çok büyük bir paraydı ve Liret TL karşısında çok değersizdi, bunu biliyordum ama ilk kez yurtdışına çıktığım için o 3000’i kafamda bir türlü oturtamamıştım) bir bardak buz gibi limonata içtiğim büfeyi yerlerinde bulunca, Venedik aşkı iyiden iyiye yerleşti artık içime. Kendi kendime karar verdim: Bundan böyle, yeterli param olduğu sürece tatillerimin değişmez adresi burası olacaktı.
Oldu da. Yaz kış, ne zaman imkan bulduysam, dayanılmaz bir istekle, heyecan ve sevinçle koştum buraya. Kimi zaman 45-46 saatlik zorlu otobüs yolculuklarına katlanarak, kimi zaman 2 saatlik uçak yolculuklarının keyfini yaşayarak. İçimde, bu büyülü kenti daha derinlemesine, daha bilinçli tanımanın sonsuz arzusuyla 1990’dan itibaren dokümanları biriktirmeye başladım.Venedik konusunda elime geçen her kitabı, her broşürü, dergilerdeki her resim altı yazısını bile yutarcasına okudum. Konusunun Venedik’te geçtiğini öğrendiğim ve erişebildiğim her filmi izlemeye, her kitabı almaya başladım. Arşivim süratle zenginleşiyordu. Her bir sarayın öyküsünü, her bir yapıtın yaratıcısını öğrenmeye çabaladım. Öğrendiklerimi küçük notlara döküp saklıyordum. Notlarla baş edemez hale gelince, 1996’dan itibaren defterler dolusu yazmaya başladım. Sürekli okuyor, bıkıp usanmadan yazıyordum. Yeni yeni bilgilere ulaştıkça, “sil baştan” yeni defterlere aktarıyordum bunları. Yazdıkça ezberlemeye başladım öğrendiklerimi. Masam, odam, evim “Venedik”le dolup taşmaya başladı. Her yeni güne Venedik’le başlıyordum. Hayatımın anlamı, amacı hep Venedik olmuştu. Venedik’le ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. Öğrendikçe açlığım artıyordu. Hep daha fazla, hep daha fazla isterken bulabildiğim Türkçe ve İngilizce kaynakların bana yetmediğini düşünmeye başladım. Tek çarem; kırkıma yaklaşırken İtalyanca öğrenmekti. Denemeye karar verdim. Öğrenmenin zevki tüm benliğimi kaplamıştı. O koskoca dört yılın nasıl geçtiğini anlayamadan yeni tanıştığım bu dilde araştırmalarımı derinleştirdim. Venedik bana yepyeni ufuklar açıyordu. Kuruluşundan bugüne, gün be gün “Venedik”i yaşamaya başladım, sonsuz bir keyifle...

Yazıyla fotoğrafın buluşması...

İşte bu yıllarda Venedik tutkusu, fotoğrafı yaşamının merkezine oturtmuş olan kardeşimle beni birbirimize kilitledi. Kimi zaman birlikte, kimi zaman ayrı ayrı yaptığımız Venedik yolculuklarında ortak bir ürün yaratmak için çalışmaya başladık; Birlikte bir dia gösterisi hazırlayacaktık. 1997-1998 arası gösterinin metinlerini yazmaya başladım. Önceleri sade ve sadece kendimi bilgilendirmek amacıyla okuduklarımdan aldığım kısa notların, zaman içinde hoş metinlere dönüştüğünü fark ettikçe daha bir coşkuyla yazmaya koyuldum. Defterime “ 25 Mart 421 Cuma günü, akşamüstü, bu zemini çamurlu, sazlıklarla kaplı, suları tuzlu, yaşanması neredeyse imkansız bölgeye sığınıp, kulübelerini kondurmak için ilk kazığı çaktıklarında, burada 1100 yıl hüküm sürecek güçlü bir devletin temellerini attıklarından habersizdiler. Muhteşem bir akıl gücü ile korkunun karışımına dayanan varoluşlarının izlerini hiç değişmeden bugünlere taşıyabileceklerinden de ...” diye not düşerken, henüz ben de bilmiyordum bu tutkunun beni nerelere taşıyacağını.
Venedik’i adım adım dolaşıp tanımaya çalışırken Lido’da, yaz sonlarında Adriyatik’in hırçın dalgalarına boyun eğen uçsuz bucaksız kumsallarda, Hotel des Bain’de Thomas Mann’ı yaşadım. Murano’da camın binlerce yıllık öyküsünü, Arsenale’de Dante’yi, Çan Kulesi’nde Goethe’yi, La Pieta’da Vivaldi’yi, Saray’da Marino Faliero’dan Francesco Foscari’ye, Enrico Dandalo’dan Andrea Gritti’ye şaşırtıcı hikayeleriyle onlarca dükü, Büyük Kanal boyunca sıralanmış, birbirinden ihtişamlı yüzlerce yapıyı ve daha nicelerini yeniden keşfettim. Tarih içinde tarifsiz bir keyifle yol alırken, bir Venediklinin günlük yaşamını, Venedik’te yaşamanın farklılıklarını gözlemledim.
Gösteri için o kadar çok metin hazırladım ki, sayfalar doldu. Bunlarla ilk dergi yazılarımı da oluşturdum. Aylar boyunca, her gün Emin’in Venedik’te çekmiş olduğu binlerce fotoğraftan ayıklayabildiğim birkaç yüz tanesini önüme alıp konulara göre guruplayarak, kuruluşundan bugüne Venedik’i anlatan kısa yazılar yazdım. Akşamları, ikimiz birlikte Vivaldi CD’leri dinleyerek gösteriye en uygun müziği arıyorduk. Sonunda “Dört Mevsim” de karar kıldık; C Majör flüt konçertosunu seçtik. Bunu gösteri boyunca tekrarlayarak Venedik’in değişmezliğini vurgulayacaktık. “Emin’in Venedik”i sulardaki yansımalarda görüntülenmişti çoğunlukla. Bu da zaman kavramını yok etmeye yetiyordu. “ Işığın sularla dansı geçmişle günceli, rüyayla gerçeği ayıran çizgiyi dalga dalga yok ediyor” diye yazıverdim, kanaldaki sulara yağlı boya tablo güzelliğinde yansıyan yüzlerce yıllık yapıları Vivaldi eşliğinde beyaz perdede izlerken. Siyah beyaz gondol fotoğraflarına en çok Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’de yazdığı şu satırların uygun olacağını düşündüm: “İlk kez ya da uzun bir aradan sonra yeniden bir Venedik gondoluna binip de geçici bir ürpermeyi, gizli bir korku ve duraksamayı yenmeye çalışmamış biri var mıdır? Baladlar devrinden hiçbir değişime uğramadan bugünlere gelmiş ve yalnızca tabutlarda görülen siyahlığıyla bu garip taşıt, şıpırtılı gecelerin suskun ve suçlu serüvenlerini hatırlatır. Ve daha da fazlasını, ölümün kendisini, tabut altlığını, gamlı cenaze alayını, son ve sessiz yolculuğu hatırlatır”.
Gösterinin finalinde mutlaka Karnaval olmalı diye düşünüyordum. Birbirinden çarpıcı maske dialarını elime aldım. “ Bir Venedikli, günlük yaşamını hep bu tiyatro dekorunu andıran yüzlerce yıllık yapılar arasında geçirir. On günlük Karnaval süresince kostümler giyip maskeler takmak, sahnedeki tek eksiği gidermekten başka bir şey değildir ...” “Karnaval boyunca maskelerinin ardına gizlenerek doyasıya yaşayan bu insanları ne şubatın soğuğu, ne de günün yorgunluğu durduramaz. Eğlenceyi sona erdirebilecek tek şey, Büyük Perhiz’in başladığını ilan eden çan sesleridir. Meydan yavaş yavaş boşalmaya başlar. Dekor ise yüz yıllardır olduğu gibi, olduğu yerde durmaya devam eder. Sabah ayazında minik minik dalgalar Molo’nun basamaklarında bir gidip bir gelirken, Venedik kış sabahlarının büyülü sessizliğine yeniden bürünür”, cümleleriyle gösteriyi tamamladım.
Emin ile birlikte yıllar süren fotoğraf ve yazı derleme çalışmaları, aylar süren düzenleme çabaları “ Deneysel Bir Gösteri: Düşler Kenti Venedik” adıyla gerçekten içimize sinen, son derece özenli bir dia gösterisine dönüşmüştü. Bu gösteriyle 1998 Ekim’inde, İFSAK 14. İstanbul Fotoğraf Günleri’ne katılıp çok ses getiren bir birincilik kazandık. Dia gösterilerine farklı bir yorum getirdiğimiz konuşuluyordu ve her gösterimden sonra övgü dolu sözler işitiyorduk. Gösteriyi İstanbul’da pek çok mekanda sunduktan sonra, Türkiye’nin farklı şehirlerinden davetler aldık. Her seferinde izleyenlerin büyülendiklerini ifade etmeleri, bitmeyen alkışlar, hayran bakışlar bizi son derece mutlu kılıyordu. Bu başarı öylesine itici bir güç olmuştu ki bizim için, ben yazdıkça yazıyordum, Emin kendisine dünyanın dört bir yanından ödüller ve madalyalar kazandıran Venedik fotoğraflarına yenilerini ekliyordu.

Hayat kırkında başlar, derler.
Doğruymuş meğer ...

40. yaşımda Venedik, hayatımı tümden değiştirmişti. 1998’in sonunda yıllarımı verdiğim mesleğime tam olarak veda etmiştim. Bundan böyle, benim için sadece “Venedik” olacaktı. Sürekli okuyup aldığım notları yeniden düzenleyerek, bilmem kaçıncı kez, defterler dolusu yazdım. Bu çabalar, artık kendini bilgilendirme aşamasının çok ötesine geçmiş, bir kitaba dönüşmeye başlamıştı. Ama öğrendikçe kendimi daha yetersiz buluyor, daha fazla bilgiye ulaşmak için sabırla ve inatla çalışıyordum. Elbette ki Venedik’i tek başına ele almak olanaksızdı. Binlerce yıllık tarihinde dünyadaki yeri de vurgulanmalıydı. Bunun için İstanbul’a yöneldim. Uzun bir dönem İstanbul üzerine okudum. Doğal olarak Bizans döneminden Roma’ya uzanmam gerekti. Diğer İtalyan şehir devletlerine yoğunlaştım. Sonra, yolum Troia’ya çıktı. Homeros’la bir kez daha karşılaştım. Venedik, ufkumu açtıkça açıyordu, oradan oraya uçarcasına dolaşmaktan öylesine hoşnuttum ki ... Günler, aylar hatta yıllar nasıl geçti anlayamadım.
İlk dergi yazılarım yayımlanmaya başlamıştı. Emin’in fotoğrafları ile birlikte sunduğum çalışmaların beğenildiğini somut biçimde anlamam ilginç bir tesadüfle ortaya çıktı. Bir gün, Pazar günleri genelde yaptığım gibi Kadıköy’deki eski kitap tezgahlarını dolaşırken çalışmalarımızın yer aldığı dergilerin bazı sayılarına rastladım. Açıp baktığımda ise, bize ayrılan sayfaların kesilip alındığını fark ettim. Demek, birileri bu yazıları ve fotoğrafları beğenmiş, saklamaya değer bulmuştu. Dergiyi bütün olarak saklamak benim daha çok tercih ettiğim bir yoldur, ama yine de yazdıklarımın birilerinin arşivinde kalacağını bilmek beni çok mutlu etmişti. İşin ilginci, ilk olarak, dia gösterisinin metinlerini hazırlarken taslağını yazdığım “Karnaval” yazımdan önce, “Benim Firenze’m” başlıklı yazımın basılmasıydı. “Remo, Ferro, Forcola”, “Kara Ölümün Ardından; Redentore” derken, Emin’in fotoğraf serüvenine dahil olup, dünyanın farklı köşelerini, Kamboçya ve Küba’yı yazdım. Bunlar Voyager, Marie Clair Maison gibi aylık dergilerde yayınlandığında, bir İtalyan dostumuzun Venedik tutkumu anlayarak bana hediye ettiği abonelik sayesinde tanıştığım ünlü İtalyan dergisi Bell’Italia’ya gönderdiğim İtalyanca bir araştırma yazımın da yayınlanmasıyla sevinçten havalara uçtum. Venedik’in unutulmuş ilk koruyucu azizi San Teodoro üzerine yazdıklarımın ilgi uyandırdığı, sonraki sayılarda okuyuculardan gelen mektuplardan anlaşılıyordu.
İstanbul’daki İtalyan Kültür Merkezi’nde Venedik dia gösterimizin sunulacağını ilan eden broşürde yer alan kelimeler, o an bulunduğumuz noktayı çok güzel ifade ediyordu: “ İki kardeş, ikisi de yaş kemale erdikten sonra tutkuları ile yaşamayı seçtiler. Emel, genel olarak İtalya ve özel olarak Venedik üzerine araştırmalarını yoğunlaştırdı. Emin, sinema dilinin zenginliğini saydam (dia) gösterilerine taşıma arayışı içinde fotoğraf çalışmalarını sürdürüyor”.
İstanbul’dan sonra, Selanik İtalyan Kültür Merkezi ile Selanik Fotoğraf Merkezi’nin Venedik Karnavalı temasıyla, birlikte organize ettiği “ El Carneval El Va” isimli etkinlik için Selanik’e davet edildik. “Deneysel Bir Çalışma; Düşler Kenti Venedik”i açılış gösterisi olarak sunduk. Kostüm ve maskelerimizle katıldığımız karnaval balosunda Selanik’te yaşayan İtalyanlarla sohbet ederken kendimi Venedik’teymiş gibi hissettim. Türk, İtalyan ve Yunan sanatçılarla birlikte Emin’in Karnaval fotoğraflarının da yer aldığı ortak serginin tanıtım kitapçığının ilk sayfasında “ Il passato e il presente, il sogno e la realta, l’uno dentro l’altro ... Emel Ege” yazıyordu. Bu ilk yurt dışı deneyimi beni müthiş gururlandırdı. Bir sonraki adımda, gösteriyi Venedik’te sunmak Emin’le paylaştığımız en büyük hayalimizdi. Venetolu bir İtalyan dostumun, gösteriyi izledikten sonra “ bize yıllardır yaşadığımız bir kenti öylesine güzel, öylesine farklı anlatmışsınız ki, Venedik’e hayran olduk” demesi cesaretimizi artırdı. Bir gün mutlaka, bu gösteriyi Venedik’te tekrarlayıp, Venedik’i Venediklilere iki yabancının gözüyle bir kez daha anlatmalıydık. Bir gün mutlaka ...
Yıllar içinde, dağarcığımda biriktirdiklerimi farklı kişilerle paylaşıyor olmak ve beğenilip takdir edilmek, elbette ki her insan gibi beni de çok mutlu ediyordu. Yazdıklarımı okuyan bir kitle vardı. Ayrıca, dia gösterileri esnasında izleyicilerin sorularına cevap vermek, onlarla birebir iletişim kurmak da çok hoşuma gidiyordu. Ama ben daha da fazlasını istiyordum. Artık, daha önce hiç yapmadığım bir şeyi başarmış, geniş kitleler önünde, sahnede bütün gözler üzerimdeyken rahatlıkla kendimi ifade edebilir konuma gelmiştim. Gösterilerden önce, sunumlarımı İtalyanca olarak da yapmaya başlamıştım. Öğrendiklerimi, gerçek Venedik dekorunda insanlarla yüz yüze konuşarak paylaşmak, onlara buralarda yaşanmış ilginç hikayeleri anlatmak, en önemlisi de doğru bilgiler sunmak için Venedik’e tur götüren acentalarla görüşmelere başladım. Bu sayede, bir yandan İtalya’ya, Venedik’e daha çok gidebilecektim, öte yandan belleğimde birikenleri paylaşabileceğim kitlelerle iletişimim artacaktı.
Nedim Gürsel’le de bu dönemde tanıştım. Yeni basılan romanı Resimli Dünya’yı piyasa çıktığı gün almış, sabaha kadar bir solukta okumuştum. Romanın kahramanı Kamil Uzman’la sokak sokak gezmiştim Venedik’i gece boyunca. O uykusuz Venedik gecesinin ardından müthiş bir sürpriz beni bekliyordu. Tarih Vakfı, daha önce Boğazkesen romanında yaptığını şimdi Resimli Dünya’da tekrarlamak istiyordu. Yani, romanın yazarı ile romanın geçtiği mekanda ilginç bir tur yapılacaktı. Bunun için beni seçmeleri, beni yakından tanıyan bir arkadaşım sayesinde olmuştu. Bizi, Anadolu Hisarı’nda Boğaz’a nazır eski evinin çalışma odası olarak kullandığı çatı katında karşıladı. Gün boyu hep Venedik’ten konuştuk. Eve döner dönmez, Nedim beyin “ Emel Ege’ye bir İstanbul anısı, Venedik’ten söz eden” diye imzaladığı kitabı yeniden elime alıp kahramanımızın izinde bir tur programı hazırladım. Turumuz boyunca, kitabın geçtiği mekanları Nedim beyle birlikte dolaşacaktık. O, yazarken yaşadıklarını yerinde anlatacaktı, ben de mekanların özelliklerini, her yönüyle eşsiz Venedik’imi... Ama, o günlerde ekonomik krizler peş peşe gelmeye başlamıştı ve biz bu projemizi –ne yazık ki- asla hayata geçiremedik.
İçimde kalan bu özlemi biraz olsun dindirebilmek için sıradan programlarla oluşturulmuş turlara katılmaya başladım. Ama bunu hiçbir zaman profesyonel bir iş olarak yapmadım ve birkaç denemeden sonra, amatörce sürdürmenin zaman kaybı olacağını görüp, yine yazılarıma dönmeye karar verdim. Fransa’da “Venedik’in Sarıkları” adıyla yayınlanan Resimli Dünya romanı üzerine Nedim Gürsel’le yaptığım söyleşi Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.

İliada’nın izinde, düşten gerçeğe ...

Ben bunları yaşarken, 2000 yılı Temmuz ayında, Cenova’da büyük bir Homeros Kongresi gerçekleştirilmişti. Bu kongrede, dünyanın önde gelen Homeros araştırmacıları tarafından Troia’nın ve İliada’da sözü edilen olayların bir hayal ürünü değil, gerçekler olduğu kabul edilmişti. Hitit metinlerinde, özellikle de İ.Ö. 1290- 1272 arasında kral olan II. Muwatalli ile Wilusalı Aleksandu arasında imzalanan sözleşmede adı geçen yerin Homeros’un İlios /İlion ya da Troia olarak tanımladığı bölge olduğu eldeki verilere göre kesinlik kazanmıştı. Bu kongrenin sonuçları ilk olarak Veneto bölgesinde, Padova’da yankılandı. Çünkü, asırlardan beri Padova’da bulunan Antenor’un anıt mezarı 17 Eylül 1985 günü İtalya’nın en önde gelen uzmanları tarafından açılarak bilimsel incelemeler başlatılmıştı. Pek çok soru işaretleri içerse de Troialı Antenor adına yapıldığına inanılan bu mezar Padova tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştı. Homeros’un destanlarına konu olan olayların efsanenin ötesine geçip gerçeklere dayandığı görüşünün gitgide ağırlık kazanmaya başlaması araştırmaların seyrini de değiştirmeye başlıyordu.
Tarihe ve şiire meraklı, Fontaniva (Padova – Veneto/İtalya) doğumlu bir okul yöneticisi olan 48 yaşındaki Ugo Silvello, İliada üzerine, iki ülke arasında dostluğu pekiştirmeye yönelik, kültürel ve sportif amaçlı bir proje geliştirmeye karar verdi. Defalarca okuduğu İliada’da, Venediklilerin ataları olan Venetlerin ( çeşitli kaynaklarda Henetler ya da Enetler olarak da geçiyor), Anadolu’nun Batı Karadeniz bölgesinde Bartın, Amasra, Kurucaşile ve Cide’nin bulunduğu topraklarda, eski adıyla Bitinya ve Pontus arasındaki Paflagonia olarak adlandırılan bölgede yaşamış bir topluluk olduğundan pek çok kez söz edildiğini fark etmişti. Çeşitli kaynaklarda, özellikle de Homeros, Titus Livius ve Vergilius’un anlattıklarında dikkatini çeken ipuçları doğrultusunda çalışmalarını yoğunlaştırdı. Araştırmaları derinleştikçe taşlar bir bir yerine oturdu. Aslında, İlliria kökenli bir halk olduğuna inanılan Venetler, tahminen Aleksandu anlaşmasının imzaladığı dönemde, Anadolu’da, Paflagonia’da yaşıyor olmalıydı. Onlar burada yaşarlarken, atlarıyla ve savaş gereçleriyle nam salmış ve bu yüzden Demir Atlılar olarak anılan savaşçıları, İliada’da anlatıldığına göre, Troialıların yanında yer alıp, Akhalara karşı savaşmak üzere Troia’ya gelmişlerdi. Yenilginin ardından, kralları Pylaimenes de, onun oğlu da öldüğünden, yeni liderleri Troialı Antenor’la birlikte Anadolu topraklarına ebediyen veda edip, Adriyatik boyunca ilerleyerek şimdiki Veneto bölgesine ulaşmışlar ve günümüze kadar varlığını sürdüren Padova kentini kurmuşlardı. ( Veneto halkının Venedik’i kurma öyküsü ise, bu tarihten, yani İ.Ö. 1184’den, yaklaşık on altı asır sonra başlayacaktı.)
İşte bu mitolojik öyküden yola çıkan Silvello, son dönem bilimsel çalışmaların bu anlatılanları desteklemesinden güç alarak, düşlerinde zenginleştirdiği “Veneto’dan Paflagonia’ya – Köklere Dönüş Projesi”ni gerçeğe dönüştürmeye karar verdi. Proje, 2000 yılı Ekim ayında ilk kez duyurulduğunda, Ugo Silvello hiç de beklemediği bir ilgi ile karşılaştı. Bir sohbet esnasında Silvello’nun çalışmalarından etkilenen Fontanivalı işadamı Cittadella Rotary Kulüp üyesi Amerigo Sartore, konuşulanları 2001 Nisanında kendisini ziyaret eden Türk işadamı dostu Suadiye Rotary Kulüp üyesi Müjdat Yeşildağ ile paylaşınca projenin gerektirdiği maddi katkının sağlanmasının ilk adımları da atılmış oldu. Türk ve İtalyan Kültür Bakanlıkları, Cittadella ve Suadiye Rotary Kulüpleri ile medyanın desteğinin yanı sıra bir çok kuruluşun sponsorluğuyla geliştirilen proje, 12 Temmuz 2001’de Fontaniva’da verilen davetle start aldı. Ardından, 20 Temmuz’da İstanbul’daki Venedik Sarayı’nda Ugo Silvello’nun, Kültür Bakanlığı temsilcilerinin, milletvekillerinin, Rotary üyelerinin, İtalya’nın Ankara Büyükelçisi ile İstanbul Başkonsolosunun, Türk ve İtalyan basın mensuplarının katıldığı bir davetle artık son şeklini almış olan “Paflagonia Projesi” Türk kamuoyuna tanıtıldı. Gecede, Türkiye’nin önde gelen basın kuruluşlarının temsilcileri Ugo Silvello ile röportaj yapabilmek için adeta yarıştılar. Silvello, gördüğü ilgiden müthiş mutlu, son derece heyecanlıydı.
Onunla ilk kez orada karşılaştım. Birkaç gün önce Müjdat Yeşildağ’a telefon edip, Venedik ve Venedikliler üzerine yıllardır sürdürdüğüm çalışmaları anlattığımda hiç tereddüt etmeden beni de Venedik Sarayı’na davet etmişti. “Venedik” bir kez daha beni yepyeni bir dünyaya taşıyacaktı, bunu hissediyor ve müthiş bir heyecan duyuyordum. Çevresi muhabirler ve fotoğrafçılarla sarılmış olan Ugo’nun yanına yaklaşabilmek için fırsat kollamaya başladım. Bir yandan da, anlattıklarını can kulağıyla dinliyor, projenin detaylarını anlamaya çalışıyordum. O, Venetlerin soyundan gelen bir Venetolu, ben Troia’yı sınırları içinde barındıran Çanakkale doğumlu bir Anadolulu. İkimiz de, 3200 yıl öncesine dayanan tarihin peşinde buralara gelmiştik. Yolum, bu kez Ugo ile ve yine “Venedik”te kesişmişti. “Venedik” bana bir kere daha, farklı ufuklar açıyordu.
Gazeteciler önceden belirlenmiş bir program dahilinde sırayla görüşmelerini yaparken, bir anda kendimi Ugo’nun yanında oturuyor buldum. Çalışmalarımı müthiş bir hızla kısaca özetledikten sonra ona bu projenin içinde yer almak istediğimi anlattım. Son derece şaşırdı ve sevindi. Kokteyl için sarayın muhteşem bahçesine birlikte indik. Tüm gözler onun üzerindeydi ve herkes onunla sohbet edebilmek istiyordu. O ise, böyle bir karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla beni daha iyi tanıyabilmek, çalışmalarımı anlayabilmek için sürekli benimle konuşuyordu. İtalyanca bilmenin avantajını ilk kez bu kadar net hissettim. Davet sona ererken 8 Ağustos’ta Troia’da buluşmak üzere sözleştik. O gece mutluluktan ayaklarım yere değmiyor gibi geldi bana, uçuyordum.
Türkiye ile İtalya arasında kültürler arası iletişim ve kalıcı bir dostluk köprüsü kurmayı amaçlayan ve “ Demir Atlarıyla Ayrıldılar, Bisikletleriyle Geri Dönüyorlar” sloganıyla kültür, spor ve dostluk teması üzerine şekillenen Paflagonia Projesi’nde, Padova’dan Bartın’a kadar tam 19 günde tamamlanacak olan yolculuk 30 Temmuz 2001 sabahı Fontaniva’da yapılan törenle başladı. Atalarının 3200 yıl önce kat ettiklerine inandıkları 2974 kilometrelik göç yolunu pedal çevirerek aşacak olan Venetolu beş amatör bisikletçiye, Giuseppe Pavan, Stefano Bonamin, Giovanni Rebellato, Aleeandro Bizzotto ve Flavio Spiga’ya, motosikletiyle Aladino Tognon, karavanda da Beppe Forti ve Ugo Silvello eşlik ediyordu. Turun ilk durağı olan Padova’da Antenor’un mozolesi ziyaret edildikten sonra, Bologna, Volterra, Todi, Sulmona, Foggia yoluyla Brindisi’ye ulaşıldı. Yolculuk boyunca, günde 150-200 kilometre kadar pedal çeviren bisikletçiler Çeşme’ye doğru yol alan feribotta dinlenme imkanı buldular. 6 Ağustos’ta Çeşme’de Bartın milletvekili, Rotary Kulüp üyeleri ve kalabalık bir basın mensubu tarafından törenlerle karşılanan ekip, buradan İzmir’e geçti. Onlar, 8 Ağustos günü Edremit’ten çıkıp Troia’ya doğru yol almaya başlarken, ben de sonsuz bir heyecanla İstanbul’dan Çanakkale’ye gelmiş, sabırsızlıkla buluşma saatini bekliyordum.
İzmir-Çanakkale karayolunun Troia ayrımında, kardeşim Emin ilk görüntüleri kaydetmek üzere yerini aldığında, biz de Çeşme’den beri İtalyan dostlara minibüsüyle eşlik eden Müjdat Yeşildağ ile sohbete başladık. Biraz sonra, tepenin üzerinde ilk olarak Ugo’nun içinde bulunduğu karavan göründü. Ardından da, Aladino ve bisikletçiler. Henüz bir kaç hafta önce tanıştığımız Ugo ile kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştık. 3200 Yıllık tarih canlanıyor gibiydi. Bu sanki, Venetler’le Troialıların kucaklaşmasıydı.
Projeye en başından beri destek veren Troia kazı ekibi başkanı Prof. Manfred Korfmann, ekibi ören yeri girişinde karşıladı. Özel olarak hazırlanmış çardakta konuklara çeşitli yiyecekler, sıcak ve soğuk içecekler ikram edildi. Çanakkale’den otobüslerle gelen Rotary Kulüp üyeleriyle bunların eş ve çocukları, kazı ekibinde yer alan uzmanlar, Türkçeyi çok iyi konuşan Korfmann’a içtenlikle “Osman Hocam” diye hitap eden çevre köylüler, gazeteciler, televizyoncular, yüzlerce insan Troia’yı bayram yerine döndürmüştü. Ugo ve Korfmann birbirlerine hediyeler sunup, dostluk mesajları verdiler. Sıcaktan, heyecandan, yorgunluktan ayakta durmakta zorlanıyorken, bir anda Ugo’nun çevresini saran muhabir ordusuna tercümanlık yapmaya başladım. Bir sürü kamera ve mikrofon bana uzanmış haldeyken sorularla cevapları bir dilden diğerine çeviriyor ve bunları yaparken de tir tir titriyordum. Buradaki samimi törenin ardından, ekip üyeleri birlikte kazı alanına doğru yöneldiğimizde, Amerikalı Profesör C. Brian Rose mükemmel İtalyancası ile imdadıma yetişti. O, Troia kalıntılarını en ince detayına kadar anlatırken Venetlerin torunları binlerce yıl önce burada yaşamış atalarıyla kucaklaşıyormuşçasına mutlu oldular. Hepsi cep telefonlarını açıp İtalya’da bıraktıkları eşlerine Prof. Rose’un İtalyanca anlattıklarını heyecan ve coşku içinde dinlettiler. Bunu yaparken de çocuklar gibi şendiler.
Akşam, Çanakkale’de Rotary Kulüp tarafından düzenlenen yemekte yine tüm konuşmaların tercümesi bana düştü. Bu kez, heyecanın yerini tarifi imkansız bir gurur ve güven almıştı. Gecenin sürprizi, Venetolu dostlara “Düşler Kenti Venedik” gösterimizin İtalyanca versiyonunu sunmaktı. “Tereciye tere satmak” gibi görünse de, nefes almadan izlemeleri, fotoğraflardan inanılmaz biçimde etkilendiklerini beyan etmeleri, “ biz Venedik’i hiç bu gözle görmemiştik, büyülendik” demeleri Emin’i de, beni de gururlandırmaya yetti. O gece, 17 Ağustos’ta, Bartın’da yeniden buluşmak üzere sözleşerek bir kez daha vedalaştık Ugo ile.
Onlar, ertesi sabah yola çıkıp Bandırma, Bursa, İznik, Adapazarı, Bolu, Amasra, İnebolu, Kastamonu, Safranbolu üzerinden Bartın’a ulaşacaklardı. Ben, İstanbul’a dönüp Bartın’a gidiş planları yapmaya başladım. Müjdat bey bir kez daha yardımıma yetişti. 16 Ağustos’ta Bartın’a doğru yol alan altı kişilik “Basın” minibüsünde ben de vardım. Henüz dergi yazılarım dışında basınla bir yakınlığım olmamıştı. Ama, yola çıkmadan önce Paflagonia Projesi basın duyurusunu ben yazmıştım. Ve, Bartın’da yaşadıklarım bana bir gazetede köşe yazarlığının kapılarını da açacaktı.
Bartın’da bize, yıllar önce kaldığım ve asla unutamadığım o güzel bahçeli motelde yer ayırtılmıştı. Akşam yemeği için yemyeşil çimenlerin ortasındaki yüzme havuzunun yanındaki masamıza yerleştiğimizde, İtalya’dan uçakla gelen 14 kişilik Rotary ekibi de Bartın’a ulaşmıştı. Türkiye’nin önde gelen basın kuruluşlarının temsilcileriyle unutamayacağım, keyifli bir akşam geçirdik. 17 Ağustos sabahı, motelin girişine İtalyanca yazılmış kocaman bir “Paflagonia’ya Hoşgeldiniz” pankartı asılmıştı. Bartın belediye başkanı Rıza Yalçınkaya ve milletvekili Cafer Tufan Yazıcıoğlu ile başta Bartın olmak üzere, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinin Rotary Kulüp üyeleri eşleriyle birlikte otobüslerle motele gelmiş, üzerlerindeki “Paflagonia Projesi” yazılı bir örnek tişörtleri ve şapkalarıyla bahçeyi bayram yerine çevirmişlerdi. Bir şenlik havasında geçen kahvaltıda, Bartınlılar ev sahibi sıfatıyla tüm konuklarına birer kırmızı gül sundular. Onu hala saklarım.
Kahvaltı sonrası, yaklaşık 150 kişi, hep birlikte otobüslerle Amasra’ya doğru yola çıktık. Ben sürekli fotoğraf çekiyor, notlar alıyordum. Burada yaşananları mutlaka yazıya dökmeliyim, diye düşünüyordum. Belki bir dergi çalışması bile hazırlayabilirdim. Amasra’nın doyumsuz güzelliği beni bir kez daha büyülerken, İtalyan konuklarımız da atalarının bir dönem yaşamak için neden bu toprakları seçmiş olduğunu şimdi çok daha iyi anlamaya başlamıştı. Kale içinde turlarken onlarla yaptığım sohbetlerde duydukları hayranlığı net olarak algılayabilmiştim. Öğle yemeği için sahildeki en güzel lokanta seçilmiş, zengin bir balık ziyafeti hazırlanmıştı. Aynı saatlerde, Ugo Silvello ve Paflagonia Projesi ekibi Safranbolu’dan, tam 19 gün süren 2974 kilometrelik zorlu etabın son durağı Bartın’a doğru yola çıkmışlardı. Artık iyiden iyiye heyecanlanmaya başlamıştım. Günler sonra Ugo ile bir kez daha buluşacak, başarısını kutlayacaktım. Her şey ne kadar da hızlı gelişmişti. Daha iki ay öncesinde, kendi içime kapanmış, “Venedik”i daha derinden keşfetmeye çalışırken, şimdi muhteşem bir projeye dahil olmuş, “Venedik”in peşinden buralara kadar gelmiştim. O anı doya doya yaşamakla, fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirmek arasında kısa bir tereddüt yaşadımsa da, muhabirlerin arasına karışıp yüzlerce kez deklanşöre basmayı, tüm bu yaşananları belgelemeyi tercih ettim.
Bartın’da belediye binasının bulunduğu cadde çok büyük bir bayrama hazırlanır gibi süslenmişti. Amasra’da olduğu gibi, burada da bütün sokaklara Türk ve İtalyan bayrakları asılmış, belediye binasının önüne konukların töreni rahatça izleyebilmeleri için sandalyeler yerleştirilmişti. Protokole ayrılan bölümde Kültür Bakanı İstemihan Talay da yerini aldıktan sonra, bando marşlar çalmaya başladı ve aynı anda caddenin başında bisikletçiler göründü. Ugo, müthiş bir gurur ve heyecanla ekibin önünde ilerliyordu. Hepsinin boynuna çiçekten kolyeler takıldı. Çılgınca alkışlarla süren coşkulu karşılama töreni Türk ve İtalyan milli marşlarının çalınmasının ardından, Türkçe ve İtalyanca konuşmalarla devam ederken bir an Ugo ile göz göze geldik. “Önce İstanbul’da, sonra Troia ve Çanakkale’de, şimdi de buradasın. Sana inanamıyorum Emel. Çok sevindim” diyerek boynuma sarıldı. Orada olduğuma ben de inanamıyordum. Venedik tutkusunun beni oradan oraya savurmasından çok ama çok mutluydum.
İtalyan basını, Paflagonia Projesi’ni anlatırken Bartın halkından hep “kuzenler” diye söz ediyordu. Atalarının binlerce yıl önce ayrıldığı topraklara ayak basan Venet torunları, Bartın’da uzun yıllar özlemle beklenen gerçek kuzenler gibi karşılandılar. Sıra, karşılıklı hediyelerin sunulmasına gelmişti. Bartın belediye başkanı, Padova Müzesi’nde sergilenmek üzere, Ugo Silvello’ya üzerinde iki Demir Atlı Venet savaşçısı ile iki bisikletlinin bulunduğu proje logosunun işlendiği elişi bir tablo ile gümüş bir kap içinde Paflagonia toprağı verirken, Ugo da, Bartın Belediyesi’ne Veneto’nun üç ayrı bölgesinden getirdiği toprağı, bir at üzengisini ve projede kullanılan bisikletlerden birini hediye etti.
Törenden sonra bizleri yine büyük bir sürpriz bekliyordu. Otobüslerle Bartın Nehri kıyısına giderek bizler için hazırlanmış bekleyen teknelere geçtik. Ugo ile aynı teknedeydim. Burası Ugo’ya Veneto’nun Brenta’sını hatırlatmıştı. “ Brenta ve Parthenios ( Bartın Nehri’nin eski adı buydu), isimleri bile birbirini çağrıştırıyor” diye fısıldadı. Ama, projenin tamamen dostluk amacı üzerine şekillenmesine azami özeni gösterdiğinden, tarihçilerin, arkeologların ve dilbilimcilerin alanına girmemeye son derece dikkat ediyor ve kafasından geçenleri dillendirmiyordu. Yine de, olağanüstü güzellikler sergileyen nehirde ilerledikçe büyülendiğini gizleyemeyip, “ Ne kadar da benim Brenta’ma benziyor” demekten kendini alamadı. Mitolojiye göre, Antenor’un peşinden kendilerine yeni bir yurt arayarak şimdi Padova’nın bulunduğu yere ulaşan Venetler, oraya önce Troia adını vermişlerdi. Paflagonia’nın doğasına çok benzeyen bir yere yerleşmiş olmaları pek uzak bir ihtimal sayılmazdı bence de.
Bir zamanlar, olağanüstü güzellikteki şarkılarıyla Karadeniz’in gözü pek gemicilerini nehrin içlerine doğru çektiği söylenen, Irmak Tanrısı’nın kuş başlı insan gövdeli efsanevi kızları “Sirenler”in yaşadığına inanılan, dört bine yakın çeşitlilikte yemyeşil bitki örtüsüyle kuşatılmış, içinde zaman zaman yolunu şaşıran yunusların oynaştığı eşsiz güzellikteki Bartın Nehri’ndeki neşeli yolculuktan sonra, tarihi Gazhane binasındaki törenlere geçildi. İhtişamlı kostümleriyle göz kamaştıran Mehter takımının klasik parçalarının ardından popüler melodileri de çalmaya başlamasıyla, meydan vals yapan “kuzenler”in, halay çekip dans eden “eski dostlar”ın şen kahkahalarıyla çınladı. Tarihi yapının muhteşem güzellikteki bahçesinde ulu ağaçların gölgesinde verilen açık büfe kokteylin ardından hafızalardan hiç silinmeyecek olağanüstü anılarla dolu bir günün sonuna gelmiştik.
Gece, motelimizin havuz başında yaklaşık üç yüz kişilik bir davet bizleri bekliyordu. Hepimiz mutluk sarhoşu olmuştuk ama yorgunluktan eser yoktu. Kürsüden karşılıklı teşekkür konuşmaları yapıldı, klasik müzik konseri izlendi ve Yıldız İbrahimova muhteşem sesiyle herkesi bir kez daha büyüledi. Paflagonia bölgesini tanıtan dia gösterisinde Ugo kulağıma eğilip, “ Keşke Emin’le sen Venedik gösteriniz gibi bir gösteriyi de Bartın ve Amasra için hazırlayabilseydiniz. O gösteriyi hiç unutamıyorum, muhteşemdi” dedi.
Aynı amaç uğruna yol alan insanların, birlikte aynı yöne doğru ilerlemeleri olağandır. Ugo ile bizim yollarımız ise, farklı noktalardan gelip burada buluşmuştu. Venetlerin tarihinin peşinde, inanılmaz tesadüfler ve şans bizi Paflagonia’da iki eski dost gibi buluşturdu. O, Fontaniva doğumlu bir Venet torunu, ben Troia’nın hemen yanı başında büyümüş bir Anadolulu. Bizi birbirimize kenetleyen Venedik oldu. Bu cümleyi ikinci kez tekrarladığımın farkındayım ama o an hissettiklerim bana yine bunu düşündürmüştü, ne yapayım...
2001 - Padova’dan Bartın’a, Paflagonia - Köklere Dönüş – Projesi böylece tamamlanırken, gecenin finalinde, inanılmaz misafirperverlikleriyle tüm konukları hayran bırakan Bartınlıların bizlere son bir sürprizi daha vardı; Üzerine Paflagonia Projesi’nin logosu yerleştirilmiş bembeyaz dev bir pasta. Ugo, gün boyunca zaman zaman olduğu gibi yine mutluluk göz yaşları akıtırken, kürsüde son bir kez daha teşekkür edip dinmek bilmeyen alkışlar arasında veda konuşmasını yaptı. Onun deyişiyle “küçücük” bir fikir geniş katılımlı kocaman bir projeye dönüşmüştü. Artık sıra, Padova ve Bartın arasında temelleri atılan bu dostluk köprüsünü genişleterek ve geliştirerek inşa etmeye gelmişti.

Yeni ufuklar ...

İstanbul’a döner dönmez ilk işim Troia ve Paflagonia konusunda yeni kaynaklar araştırmak oldu. Bartın’da aldığım notlarla, kaynaklardan elde ettiğim bilgileri derleyip çeşitli yazılar hazırladım. Şimdi, Çanakkale’nin mutlaka bu projeye dahil edilmesi, bir sonraki adımda yapılacak etkinliklerin bir şekilde Padova - Troia - Paflagonia üçgeninde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyordum. Artık bir bilgisayarım olmuştu ve çok daha kolay yazabiliyordum. Yazılarımı koltuğumun altına sıkıştırıp Çanakkale’ye gittim. Öncelikle, kentin en köklü basın kuruluşu olan Burası Çanakkale Gazetesi yetkilisi ile konuşup, projeyi anlattım ve gazete için hazırlamış olduğum “Bir Arayış Öyküsü ve Düşündürdükleri” başlıklı yazıyı kendisine teslim ettim. Amacım, 2002 Troia Festivali etkinliklerinde Ugo’nun ve Prof. Korfmann’ın davet edileceği bir konferans ile Venetolu ve Çanakkaleli amatör bisikletçilerin katılacağı bir bisiklet turu düzenlenmesini sağlamaktı. Ayrıca, Padova ve Çanakkale üniversitelerinde
eğitim gören tarih ve arkeoloji öğrencileri arasında karşılıklı değişim programları hazırlanabileceğini düşünüyordum. Bence, Çanakkale turizminin gelişimi açısından bu proje önemli bir katkı sağlayabilirdi. İtalyan basını konuya böylesi önem verirken, Çanakkale’de yapılacak ortak etkinlikler İtalya’dan Türkiye’ye gelecek turistlerin dikkatini Troia’ya çekebilirdi. Fikirlerimi sürekli yazıya döküyordum. Yazılarım Burası Çanakkale Gazetesi’nde bana açılan köşede yayınlandıkça ilginç ve hoş tepkiler almaya başladım. Valilikten gazeteyi arayan bir yetkili fikirlerimin desteklenmeye değer olduğunu bildirmişti. Yerel Gündem 21 Sarma Bisiklet Gurubu üyesi bir akademisyen bisiklet turu düzenleme konusunda son derece istekliydi. Gazetenin web sayfası sayesinde dünyanın dört bir köşesindeki Çanakkaleli okurlardan da destek mesajları gelmeye başlamıştı. Çanakkale’de kaldığım süre içinde Belediye, Yerel Tarih Gurubu, Yerel Gündem 21, Turizm ve Tanıtma Derneği ve Onsekiz Mart Üniversitesi’nden birçok kişi ile görüştüm. Belediye başkanı beni meclis toplantısına davet ederek, diğer üyelere de projeyi anlatmamı istedi. Bu arada, birkaç yıl önce, Troialı Aineias tarafından kurulduğuna inanılan Roma’nın Pomezia Belediyesi’nden “kardeş şehir” olmak için bir teklif geldiğini ve ne yazık ki pek önemsenmemiş olduğunu öğrendim. Oradan gönderilmiş olan yazıları Türkçeye çevirip, başkanı Çanakkale’nin hem Pomezia ile hem de Padova ile kardeş şehir olmasının ne kadar anlamlı olacağı yönünde ikna edebilmek için bu konunun tarih içindeki yerini detaylarıyla anlatmaya çalıştım. ( Uzun bir sessizlik döneminin ardından 28 haziran 2005’te Pomezia- Çanakkale arasında ilk resmi ilişki kuruldu.) Yerel Tarih Gurubu, rutin toplantılarında projeyi anlatmam için bana imkan verdi. Turizm ve Tanıtma Derneği üyeleri projeye ilgiyle yaklaşıp, ellerinden geleni yapmaya söz verdiler. Sadece üniversitesinin Sosyal Bilimler bölümünden bir doçent hanım, hala nedenini çözemediğim biçimde anlamsız bir karşı duruşla, üniversitelerinde Troia konusunda uzmanlaşmış bir birim olmadığını belirterek uzak kalmayı tercih etti. Biraz umutlu, biraz mutlu ve biraz da tedirgin, Çanakkale’den ayrıldım.
İstanbul’a döner dönmez ilk işim, “ Bir Efsanenin İzinde; Paflagonia Projesi” başlığıyla hazırladığım bir çalışmayı Türkiye’nin en ciddi, en köklü ve en saygın gazetelerinden birine, Cumhuriyet’e götürmek oldu. Yazımı, hafta sonları çıkardıkları Dergi’de yayınlamak üzere almak istediklerini duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Artık yazılarımın yayınlandığı dergi ve gazeteleri saklamak için kütüphanemde oldukça geniş bir bölüm ayırmam gerekiyordu. Paflagonia Projesi için Bartın’a yaptığım yolculukta, üzerinde “Basın” yazan minibüste olmak sanki bana uğurlu gelmiş gibiydi. Şimdi yazılarıma çok daha ciddi biçimde zaman ayırmalıydım. Ve bunu yaptım.
Bir yandan günlük köşe yazılarıma devam ederken, diğer yandan Ugo ile, Bartın ve Çanakkale belediyeleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve sayıları günden güne artan okurlarımla yazışıyor, Paflagonia Projesi’nin daha geniş kitleler tarafından benimsenmesi ve geliştirilmesi için çaba harcıyordum. Bu amaçla, önce Şehr- İstanbul Derneği’nin ardından da Troya Sanat Derneği’nin toplantılarına katılmaya başladım. İstanbul’da, Venedik – İstanbul bağlantısının vurgulanacağı etkinliklerdi gerçekleştirmek istediğim. Ama ilk derneğin çalışmaları pek de benim amaçladığım çizgide olmadığından, zamanımın çoğunu Troya Sanat Derneği’ne ayırmaya başladım. 10 Ağustos 2002’de Bozcaada’da Homeros adına bir gün düzenlemeye karar verdik ve çalışmalara hemen başladık.
Çalışmalarımız sürerken Ugo’dan müjdeli haber geldi; 2002 Haziran’ında “ Paflagonia’ya Yeniden Dönüş Projesi” için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Ugo ve arkadaşları, İtalya’da bir yıl içinde 7 konferans, sayısız tanıtım toplantısı ve Veneto bölgesi Rotary, Lions ve Panatlon Kulüplerinden toplam 170 kişinin katıldığı, dialar ve video görüntüleriyle proje kapsamında yapılanların anlatıldığı bir davet düzenlemiş, 2 CD hazırlamışlardı. Pek çok TV programına katılmışlar ve gazetelerde proje ile ilgili olarak yayınlanan makale sayısı 73’e ulaşmıştı. Bu arada, benim gazetedeki köşemde Paflagonia adının geçtiği yazı sayısı da bu rakamın altında değildi. Çanakkale’de projeyi tanıtmak için katıldığım toplantı sayısı bir hayli fazlaydı. Ama bir yıl boyunca Çanakkale’de konuyla ilgili ümit verici tek bir gelişme bile olamamıştı. Artık yazılarımda sıklıkla kırgınlığımı ifade eder olmuştum Çanakkalelilere. Ugo ise, yaptığı bu çalışmalarda kendisine inananlarla projeye destek verenlerin sayısını arttırmayı başarmış, sponsorlar sayesinde yeni bir organizasyona başlamıştı.
Bu kez, ekipte Antenor’un anıt mezarı üzerine çalışmalar yürüten ve bu konuda diğer uzmanlarla birlikte 320 sayfalık bir de kitap hazırlayan Padova Müzesi müdürü Girolamo Zampieri, Padova Vilayet danışmanı Massimo Giorgetti, Antenor’un lahdini açıp tabuta ilk ulaşan mimar - restoratör Romano Cavaletti ve Fontanivalı bir tarih öğretmeni olan Lorena Prai de Ugo ile birlikte yer alıyordu. Amaçları, Padova Belediyesi’nden aldıkları destekle Paflagonia’daki bir anıtın restorasyonunu üstlenerek, burada projenin anısına kalıcı bir iz bırakmaktı. Haftalar süren Padova – İstanbul – Bartın arası yoğun haberleşme trafiğinin ardından ben de ekibe dahil olmuştum. 28 Haziran 2002 günü, Milano’dan gelen uçağı beklerken tarifi imkansız duygular içindeydim. Sevinç, heyecan, gurur, mutluluk, özlem iç içeydi. Alanda Ugo ile karşılaşmamız uzun bir süre birbirinden uzak kalmış eski dostların yeniden buluşması gibi oldu, hasretle kucaklaştık.
Paflagonia turumuzun ilk durağı Amasra’ydı. Bartın Valisi, Belediye Başkanı, milletvekili ile Amasra Belediye Başkanı birlikte karşıladılar bizi. Yerel basının ilgi odağı olmuştuk. Gazeteler, televizyonlar hep “kuzenler”in yeniden geldiğinden söz ediyordu. Amasra Müzesi’ni ziyaretimizde müze müdürünün önerisiyle Kuşkayası Yol Anıtı’na çıktık önce. Olağanüstü manzara karşısında herkes büyülenmişken böylesi nadir bulunan bir örnekle karşılaşmak ekipteki uzmanları fazlasıyla mutlu etti. Paflagonia çevresinde beş gün boyunca koşuşturup durduk, restore etmek için daha ilginç bir yapı bulunabilir mi diye... Heyecan yaratan pek çok kalıntı, bir o kadar da söylentinin peşinde dağların, ormanların içinde araştırmalar yaptık. Henüz on beş gün önce bir ameliyat geçirmiştim. Ama, hiçbir şeye aldırmadan tüm dostlarımla birlikte dağ tepe tırmandım. Orada kaldığımız süre içinde yaşadığımız her anı not edip fotoğraflar çektim. En ilginci, Lorena ile Ugo’nun Paflagonia Projesi’nin logosunu Gazhane binasının duvarına, yaklaşık 10 metrekarelik bir alana resmetmeleriydi. Çalışmalarını an be an kaydettim.
Paflagonia’ya Yeniden Dönüş Projesi, aslında yeni bir projenin daha temellerini atmıştı. Venedik Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü’nün emekli profesörü Niğdeli Asım Tanış yakından izlediği Paflagonia Projesi’nin sağladığı başarı üzerine Padova Belediyesi ile bağlantı kurarak Tyana kazılarına maddi destek almış ve Progetto Anatolia yani Anadolu Projesi adıyla daha geniş çaplı bir çalışma başlatılmasına neden olmuştu. Artık, Bartın ve Niğde illerinde sürdürülecek Padova destekli çalışmalar bu proje kapsamında ilerleyecekti. Bu noktada içimden yükselen isyanı bastıramadım, aklımdan geçenleri yüksek sesle açıkladım. Ugo gibi küçük bir yerleşim biriminde kendi halinde yaşayan bir eğitimciyi gün geçtikçe genişleyen ve çok ses getiren bir projenin baş rolüne oturtan, benim gibi kendini Venedik / Veneto tarihine adamış, sessiz sedasız çalışan birini buralara kadar getiren, Türkiye ve İtalya arasında çok ilginç bir yakınlaşmaya neden olan olayların çıkış noktası Troia idi ve o da artık bu projenin ileriki aşamalarında mutlaka yer bulmalıydı. Bir sonraki adımda kullanılması gereken ismi de bulmuştum: Progetto Troianatolia yani Troianatolia Projesi. Bunu gerçekleştirebilmek için
öncelikle İtalyan dostlarımı Çanakkale’ye götürüp onlara tarihi ve doğal güzellikleri tanıtacağım bir program hazırlamalıydım. Çalışmalara hemen başladım, hepsini gelecek yaz için Çanakkale’deki yazlığımıza davet ettim.
Bu arada oybirliği ile karar verildi; Kuşkayası Yol Anıtı restore edilecek! Padova Belediyesi tarafından Anadolu Projesi kapsamında Tyana ve Paflagonia arasında eşit olarak bölüştürülen para, iki ülke arasında dostluğu pekiştiren Paflagonia Projesi anısına buraya harcanacaktı.
İstanbul’a dönene kadar, yol boyunca Paflagonia’da yaşadıklarımızı not edip, sonrasında yapacağımız çalışmalar üzerine konuştuk. 3 Temmuz 2002 günü havaalanında vedalaşmamız gerçekten göz yaşartıcı oldu, hepimiz ağladık.
Paflagonia Projesi, o güne kadar yaptığım araştırmalarda bana yepyeni bir açılım getirdi. Venedik tarihi üzerine yazarken, artık çok daha eskilere dayanan hikayeler aktarabilecektim. Venedik, bana öncelikle doğduğum yöreyi, sonra şimdilerde yaşamakta olduğum kenti ve çok uzakları, Batı Karadeniz bölgesini bir kez daha, ama bu sefer iyiden iyiye tanıtmıştı. Venedik sayesinde, buraları tüm detaylarıyla tanıyabilmek için okudukça okudum. Tarih, dönüp dolaşıp hep Troia’ya geliyordu. Evet, kararımı vermiştim; Troia bu projenin içindeki (bence) vazgeçilmez yerini mutlaka almalıydı, alacaktı.
Temmuz ayında, Paflagonia’da yaşanan gelişmeleri yazmaya koyuldum ve 10 Ağustos’ta Bozcaada’da ilk kez gerçekleştireceğimiz Ozan’ın Günü / Homeros Anlatıyor isimli İliada Okumaları için hazırlıklara odaklandım. Homeros, İliada, Troia üzerine çıkmış kitapları defalarca gözden geçirdim, son aylarda çıkan kitaplarla kütüphanemi biraz daha zenginleştirdim, gazete için yeni metinler yazdım. Yazılarım her gün köşemde yayınlanıyor, aldığım tepkilerden Çanakkale’de artık Paflagonia Projesi ile ilgilenmeye başlayan kişilerin sayısının artmakta olduğunu görüp daha bir coşku ve heyecanla çalışmalarımı sürdürüyordum. Projenin geldiği noktayı anlatan ve Troia’yı bu projenin içine dahil etmenin önemini vurgulayan yazılarımı Troia kazı ekibi başkanı Prof. Manfred Korfmann’a iletmeye başladım. Ağustos başında beni Troia’ya davet etti. Homeros’un anlattıklarından yola çıkarak bugün koskoca bir projeye dönüşen çalışmaların ayrıntılarını dikkatle dinledi. Bir bilim adamı olarak Antenor’un öyküsüne şu an için efsanenin ötesinde bir anlam yükleyemeyeceğini, eldeki verilerin henüz Paflagonialı Henetler/Venetler/Enetler’in Troia’dan Padova’ya yaptıkları yolculuğa kesin ifadelerle bilimsel onay verilmesi için yetemeyeceğini belirterek, sembolik olarak Troia’yı bir dostluk ve barış projesinin içinde, dahası tam kalbinde görmekten çok mutlu olduğunu ve bizleri yürekten desteklediğini ifade ederken gözlerinde sevinç pırıltıları vardı. O, yıllardır burada kazı çalışmalarını sürdürürken her fırsatta tüm dünyanın ilgisini buralara çekmek, Troia’nın dünya tarihindeki önemini vurgulamak, Troia Müzesi kurmak, Troia merkezli projeler geliştirmek için çırpınıp duruyordu zaten. O gün, Korfmann’dan iki söz aldım: Birincisi, Paflagonia Projesi için bize elinden gelen her türlü yardımı yapacaktı. İkincisi de, 10 Ağustos 2002 günü Homeros’u anacağımız etkinliğe, Bozcaada’ya, onur konuğu olarak gelmesi için yaptığım davete katılacaktı. Troia’dan dönerken ayaklarım yere basmıyor gibiydi. Çok değil, daha bir yıl öncesinde tüm bunları hayal bile edemezdim. Arkeoloji dünyasının bu çok önemli ismiyle birkaç saat sohbet etmiş, Troia’nın son dönem kazı çalışmaları üzerine en yetkili ağızdan bilgiler almış, onunla kazı bölgelerini ve araştırmaların yapıldığı laboratuarları gezmiş, dünyanın dört bir yanından gelen onlarca uzmanla tanışmış, yepyeni buluntuları ekip dışında gören ilk kişi olmuş, dahası kazı sezonu boyunca yaşadıkları kampa, yani Bademli Köy’e girip kendini köyün muhtarı olarak tanıtan ve çalışanlarla çevre köylülerin Osman Hoca diye seslendiği bu müthiş adamla unutamayacağım bir gün geçirmiştim. Ah, Venedik ah, sana o kadar çok şey borçluyum ki ... Oradan oraya savruluyorum, uçuyorum. 44. yaşımda düşünemeyeceğim, düşleyemeyeceğim şeyler yaşıyorum. Hayat kırkında başlar derler, doğruymuş. Hayatının on beş yılını mütevazı eczanesinde geçiren ben, “Venedik”te yeniden doğmuştum. Bir rüyada mıyım, yoksa gerçek mi tüm bu yaşadıklarım, inanamıyorum.
10 Ağustos sabahı henüz gün doğmadan, Korfmann’la birlikte Bozcaada’daki küçük bir kumsalda yerimizi aldık ve güneş Troia’nın arkasından yükselmeye başladığında İliada’dan bölümleri okumaya başladık. Homeros’un anlattıkları dilden dile aktı gönüllerimize. Türkçe, İngilizce, Almanca, Grekçe, Fransızca derken o eşsiz dizeler rüzgarın uğultusuna karıştı, kargılarla mızraklar havada uçuştu, Akhalar bitip tükenmeyen saldırılarını sürdürürken, Troialılar Paflagonialı Henetler gibi kendilerine yardım için gelen onlarca Anadolu halkıyla direndi, direndi. Nice kahramanlar öldü, kanlar oluk oluk aktı. Kadınların gözyaşları sel oldu, boşandı. İhtişamlı Troia Hisarlık’ta öylesine azametli duruyordu ki. Akşamın kızıllığı gecenin maviliğine dönüşürken kitaplar yavaş yavaş kapandı, bir yıl sonra kaldığımız yerden devam etmek üzere vedalaştık tüm katılımcılar Homeros’la ve birbirimizle.
Ozan’ın Günü, tam da Korfmann’ın düşlediği gibi Troia’yı dünya barışının sembolü yapan bir etkinlik olmuştu. Bir çok ülkeden onlarca insan o kumsalda toplanıp bir savaş destanını kendi dilimizde okumuş, başka dillerden dinlemiştik. Özellikle Avrupa’nın bir çok ülkesinde, yüzlerce yerleşim yerinde, pek çok halk geçmişini Troia’ya dayandırırken bu etkinlik barış ve dostluk adına atılmış küçük ama çok önemli bir adım olmuştu.
İstanbul’a dönüşümde daha çok Troia ağırlıklı yazılar yazdım. Ama içinde hep “Venedik” vardı, Paflagonialı Henetler vardı. Ağustos’un sonuna doğru, bir gün posta kutumda kocaman bir zarf buldum. İtalyan Kültür Merkezi o güne kadarki çalışmalarımı, Türk ve İtalyan halkları arasındaki dostluğu geliştirme çabalarımı dikkate almış olsa gerek, beni bir İtalyan resim sergisine davet ediyordu. Üstelik bu sergi, Sabancı Müzesi olarak hizmete giren ünlü Atlı Köşk’teydi. 5 Eylül 2002 günü, Emirgan’daki köşkün merdivenlerini çıkarken yine çok heyecanlıydım. Köşkün terasında, tüm diğer konuklar gibi beni de eşiyle birlikte Sakıp Sabancı karşıladı, elimi sıktı, nazikçe “hoş geldiniz” diyerek hatırımı sordu. Onu ilk kez bu kadar yakından görmek, böyle bir davetle buraya gelebilmiş olmanın heyecanını bile bastırıyordu. Bu davet, Venedik tutkum sayesinde davetli olarak katılacağım etkinliklerden sadece biriydi. Ama, Sabancı’yla bir daha karşılaşmak asla mümkün olamayacaktı. Ölüm haberi beni gerçekten çok üzdü. Atlı Köşk’ü üniversite yıllarımda hep dışardan izler, hayranlıkla gözlemlerdim. Orayı bir gün, bu şekilde görebileceğimi hiç aklıma getirmemiştim.
Günlerim hep aynı heyecanla okumalar ve yazmalar arasında geçerken, bir gün Çanakkale’den beni son derece mutlandıran bir davet telefonu aldım. 26 Eylül 2002’de Çanakkale’de bir televizyon programına, canlı yayına katılacaktım.
Troas bölgesinin en önemli kazı alanlarından Apollon Smintheus’ta yıllardır kazı başkanlığı yapan Prof. Coşkun Özgünel, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden arkeolog Dr. Veysel Tolun ve İl Kültür Müdürlüğü’nden Gözen Sevinç ile birlikte Çanakkale Turizm ve Tanıtma Derneği başkanı Ahmet Kaşıkçı’nın konuğu olduk o programda. O gece, uzun uzun Paflagonia Projesi’ni anlatma fırsatı buldum Çanakkalelilere. Günlük yazılarımla ulaşamadığım kitleye de ulaşabildiğimi düşünüyordum artık. Paflagonia Projesi, Veneto bölgesi ile Troia ve Çanakkale arasında kurulabilecek ve (bence mutlaka ve bir an önce) kurulması gereken bağların ilk adımı olmalıydı. 2001 Ağustos’unda İtalyan dostlarımızın buraya yaptıkları ziyaret Çanakkaleliler tarafından fazlaca anlaşılamamış, o nedenle de proje gerektiği gibi sahiplenilmemişti. Ama aradan geçen bunca zaman içinde yaşanan onca gelişme, günlük gazete yazılarım, şimdi de bu televizyon programı yeterince anlatmış olmalıydı olayları.
Şimdi, İstanbul’da çok önemli bir etkinlik beni bekliyordu. “Efsane ile Gerçek Arası Bir Kente Yolculuk – Troia” başlıklı sergi Ekim başında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nde açılıyordu. Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a döndüm. 3 Ekim 2002 Perşembe günü Korfmann’ın konferansıyla başlayan tören, kokteylin ardından serginin gezilmesiyle sona erdi. Edebiyat, sanat, arkeoloji ve basın dünyasından onlarca konuğun yanı sıra Kültür Bakanlığı Müsteşarı Fikret N. Üçcan da, Korfmann’ın anlatımlarıyla sergiyi izleyenler arasındaydı. M.Ö. 2550-2350 yıllarına ait çömlekler, 13.y.y. el yazması İliada, birkaç parça altın süs eşyası, iğneler, ok uçları, küçük baltalar, minik heykeller, Schliemann’ın mektubu derken, bölgenin M.Ö. 1700 – 1200 yıllarına ait tek yazılı kaynağı olan bronz mührün önüne geldik. Korfmann’ın çok önemli saydığı bu buluntu, VII b’de ortaya çıkarılmış, M.Ö. 12.y.y.a tarihlenen, üzerinde Luwi hiyeroglifleri olan, çift taraflı dışbükey ve sadece 2.2 cm. çapında küçücük bir nesne olmasına karşılık ileride başka yazılı kaynakların bulunması yönünde ümit vermesi açısından hayli önemliydi. Dahası, Troia’nın büyük Hitit İmparatorluğu ile bağlantıda olduğunu, kültürel anlamda da Anadolu ile yakınlığını belgeliyordu. M.Ö. 12.y.y., Paflagonialı Henetlerin tarihi için de çok önemli bir dönemdi ve bu mühür onların geçmişi açısından da değerli bir belge olabilirdi. Uzun bir süre o camekanın önünden ayrılamadım. Korfmann ise kalabalığa karışmış, heyecan içinde diğer buluntularla ilgili bilgiler veriyordu.
Hepimizin ortak hayali, bir gün bu sergiyi Troia’da da gerçekleştirebilmekti.
Kasım ayı ortalarında, uzun zamandır beklediğim haber geldi: Bartın heyeti Padova ziyareti yapacak ve iki şehir arasında işbirliği protokolü imzalanacaktı. 13 Aralık 2002’de yapılacak tören için davet edilenler arasında ben de vardım. Gönüllü tercümanlık yapacaktım. Padova ili başkanı ve belediye başkanı ile Bartın valisi ve belediye başkanının katılacağı resmi törenin ardından Padova Üniversitesi’nde düzenlenen toplantıda Paflagonialı Henetler (Enetler ya da Venetler), Antenor ve Padova’nın kuruluşu ele alınacak, konu uzmanlar arasında tartışılacaktı. Daha sonra, Antenor’un lahdi ile kentin önemli yerleri ziyaret edilecek, akşam Romano Cavaletti’nin evinde bir akşam yemeği verilecekti. Ertesi gün, Venedik belediye başkanı ziyaret edilecek ve buradaki önemli yapılar gezilecekti. Akşam yemeği Ugo Silvello’nun evindeydi. Sabah, Fontaniva belediyesi ve Elite tesisleri ziyaret edilecekti. Daha sonra, Cittadella Rotary Kulüp üyeleri, Bartınlı dostlarına Bassano del Grappa’yı da içine alan bir çevre gezisi yaptıracak, ardından da Fontaniva’daki Solare Sarayı’nda verilen yaklaşık 80 kişilik davete hep birlikte gidilecekti. Bu, benim için inanılmaz bir fırsattı. Bugüne kadar, hep kendi imkanlarımla bir turist gibi gittiğim Veneto bölgesini, bu kez çok farklı yönleriyle tanıyabilecektim. Üstelik, böyle bir heyetin tercümanlığını üstlenmek bana müthiş onur veriyordu. Ama... Venedik, hayatımda bir güzel sayfa daha açıyordu derken, vize engeline takılmak o an tüm dünyamı kararttı sanki. Bartın heyeti tüm vizeleri topluca Ankara’dan aldığı halde, ben İstanbul’da ikamet ettiğim için tek başıma konsolosluğa başvurmak zorunda kaldım. Uçağımızın kalkışına 72 saat kalana kadar belirsizliklerle boğuştum. Tüm belgelerim eksiksiz olduğundan ve daha önce onlarca kez giriş-çıkış yaptığımdan, ayrıca Padova’dan adıma davetiye gönderilmişken kolaylıkla alabileceğim vizeyi, binanın önünde uzayan kuyruk ve zamansızlık nedeniyle konsolosluğun kapısından içeri girmeyi dahi başaramadığımdan alamadım. Bu olayın şokunu uzun süre üzerimden atamadım. Ama, heyet ziyareti başarıyla gerçekleştirip işbirliği protokolünü imzalayarak Bartın’a döndü. Şimdi var gücümüzle protokolde de yer aldığı gibi, Kuşkayası Yol Anıtı restorasyonu için çalışmamız gerekiyordu.
Ben, bunca koşuşturma arasında günlük köşe yazılarımı asla aksatmıyor, güncel konuları işlerken içine mutlaka Troia, Paflagonia, Enetler gibi benim için çok büyük anlamlar taşıyan sözcükleri de yerleştiriveriyordum. Yazılarımın çoğu, Paflagonia Projesi ile bağlantılı yeni projelerin merkezinde Troia ve Çanakkale’nin olması gereğini vurgulayan cümlelerle sonlanıyordu. Bir gün, Padova – Troia – Paflagonia üçgenini oluşturacağıma inanıyordum hala. Evim, Padova – Bartın haberleşme trafiğinin merkez üssü gibiydi. Telefonlar, e-mailler, mektuplar ... Yavaş yavaş Çanakkale ile de bağlantılar gelişmeye başlamıştı. Bir gün başaracağıma inanıyordum. Bu mutlaka olmalıydı.
Bu arada, II. Ozan’ın Günü etkinlikleri için de çalışmalara başladık. 1 Ağustos 2003’te yapmayı planladığımız İliada Okumaları günü için ne yapıp edip Ugo Silvello’yu Bozcaada’ya getirmeliydim. Çanakkale’yi yeni projelere katabilmek için Ugo’yu buralara çekmem gerekiyordu öncelikle. Görüşmeler, yazışmalar, köşe yazıları, İtalya ve Bartın arası haberleşmeler, Bozcaada toplantıları derken inanılmaz bir koşuşturmaca içine girmiştim. Yorulduğumu bile algılayamayacak kadar heyecanlıydım. Ama, Aralık’ta yaşadıklarımı bir türlü unutamıyordum.Üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen, Bartın heyeti ile birlikte Venedik ve Padova ziyaretine katılamamış olmanın üzüntüsünü zaman zaman içimde yaşıyor, özellikle de rüyalarımda sıklıkla ağlıyordum ki, Nisan sonuna doğru beni sevinçten havalara uçuran o müthiş haber geldi: Mayıs’ta İtalya’ya gidiyordum. Ugo, Venedik’te kalacağımız otel için dört gecelik rezervasyon yaptırmış, Romano da, sonraki üç gece için, eşimle beni Padova yakınlarındaki evlerine davet etmişti. Yine uçuyordum. “Venedik” mucizesiydi bu. Venedik’in peşinde nereden nerelere gelmiştim. Ve daha nerelere gidecektim, kim bilir?

İlginç buluşma ...

II. Homeros Günü için hazırlıklar sürerken, bir gün bir gazetede çok ilginç bir habere rastladım. Venedik aşığı bir eczacı mesleğini bırakmış, karnaval maskeleri yapmaya başlamıştı. Tesadüfün böylesi, dedim kendi kendime. Hem eczacı, hem de Venedik aşkıyla her şeyi bir yana bırakıp kendini maske ve kukla yapımına adamış biri. Onunla mutlaka tanışmalıydım.
Telefonda kendimi tanıttığımda Candan ( C. Seda Balaban) da inanamadı duyduklarına, hemen buluştuk. Birbirimize o anda ısındık, dahası kısa sürede çok yakın birer dost olduk. Onunla birikimlerimizi değerlendirebileceğimiz ortak proje arayışlarına giriştik öncelikle. Yıllar önce, Venedik’ten alıp bir solukta çevirisini yaptığım bir öykü kitabı vardı. Bunun, Candan’ın maskeleri, kuklaları ve Emin’in fotoğraflarıyla ilginç bir gösteriye dönüştürülebileceğini düşündük. Daha sonra, Candan’ı fotoğrafçı arkadaşlarımız Yücel Tunca ve Belgin Çöleri’yle birlikte Homeros Günü organizasyon ekibi ile tanıştırdığımda ortaya çok ilginç bir başka proje çıktı. Candan, İliada karakterlerinin maskelerini yaptı, Yücel onları fotoğrafladı, Belgin de fotoğraf altlarına İliada’dan dizeleri ekledi ve bu çalışma II. Homeros Günü için Bozcaada’ya taşındı.
Bizler, “Venedik”e aşık iki eski eczacı hala yeni projeler için bir araya gelip arayışlarımızı sürdürüyoruz. Bizi bizden iyi kimsenin anlayamayacağını da çok iyi biliyoruz...
Marionet’lerin ilk kez Venedik’te ortaya çıkışının öyküsünü onun için kaleme alıyorum.

Benim Venedik’im ...

Bu kez, 2003’ün Mayıs’ında, Alitalia’nın çoğunluğu İtalyan olan yolcularıyla ve çok daha farklı duygularla uçuyordum “Venedik”ime. Şimdi, Paflagonialı Enetlerle Troialı Antenor’un soyundan geldiklerine inanan Venetolu dostlarımın yaşadıkları yerleri çok daha yakından tanıyabilecektim. Sıradan bir turist gibi değildim artık, bambaşka heyecanlar yaşıyordum. Venedik’in tam merkezinde, adı “Düşesler Evi” anlamına gelen Ca’Dogaressa’da kalmak, yüzyıllardan beri her yıl onlarcası yapılan geleneksel tekne yarışı “regata”lardan birine katılmak, yerel seçimler öncesi Büyük Kanal’da teknelerle gerçekleştirilen büyük bir işçi eylemine tanık olmak, en önemlisi de Veneto Bölge Yönetimi ve Padova Vilayet’i danışmanı olan dostum Massimo sayesinde Büyük Kanal kıyısındaki yüzlerce yıllık Balbi Sarayı’nda birkaç saatliğine de olsa konuk olmak bana Venedik’te unutulmaz anlar yaşattı. Bir mihmandar eşliğinde sarayın ihtişamlı odalarında ve salonlarında gezinirken, işgal yıllarında Napoleon’un onuruna hazırlanan Regata’yı izlediği balkondan kanala doğru bakarken Bucintoro’yu, ihtişamlı süslemeleriyle onlarca tekneyi, işlemeli tuvaletleri, şık kostümleri ve abartılı peruklarıyla Venedikli asilleri görür gibi oldum. Bu kez “Venedik” bambaşka bir büyüyle içime işledi. Yaşadıklarım inanılır gibi değildi. Düşle gerçek yine iç içe geçmişti.
Yıllardan beri, neredeyse her sokağını ezberlediğim, bütün önemli müzelerine girdiğim, birkaç yüz yıllık müze-evlerde o dönemin günlük yaşamını kavrayabildiğim bu kentte, günümüz yaşantısını görebileceğim evleri tanıyabilmek en büyük hayalimdi. Özellikle akşam saatleri, Büyük Kanal’da “vaporetto” ile yol alırken iki yakadaki saray-evleri izleyerek düşlere dalardım. Hemen hepsinde büyük büyük kütüphaneler, kocaman tablolar vardı. Bir çoğundan klasik müzik sesi duyulurdu. Ara sokaklarda olduğu gibi, buralarda asla pencerelerden çamaşır sarkmazdı. Binaların dışı yüzlerce yılın izlerini taşısa da, evlerin içinde müthiş bir kalite göze çarpardı. Ağır kadife perdeler hiç kapanmazdı. Antika abajurlar, salonları hafifçe aydınlatır, genelde dededen kalma koltuğun üzerinde kitabını okuyan bir adam otururdu. Her daim bir sükunet vardı sanki. Ya da bana öyle gelirdi. Saray-evlerin önlerindeki “palo”lara bağlanan gondollar, kanaldan geçen teknelerin yarattığı dalgayla belli bir ritim içinde, bir sağa bir sola yalpalanırken hep birlikte dans eder gibiydi. Büyük Kanal’dan her geçişimde bu evlerden birinde olmayı düşlerdim. O muhteşem dekorun bir parçası olabilmek büyüleyici olmalıydı.
Düşesler Evi, Cannaregio Kanalı kıyısında tam bir Ortaçağ yapısıydı. Orada birkaç gün geçirmek beni çok heyecanlandırmış, fazlasıyla mutlu etmişti. Düşesler Evi’nde düşlerimin bir kısmı gerçeklemişti, Venedik’i bir Venedikli gibi yaşayabildim. Romano’nun evine giderken yine çok heyecanlıydım. Venedik’in içinde, Büyük Kanal kıyısında olmasa bile bir Veneto evinde yaşayacaktım üç günlüğüne. Ev diye söz edilen yerin kocaman bir malikane olduğunu gördüm büyük demir kapıdan içeri girince. Ortasında büyük bir havuzun bulunduğu, dev ağaçlarla dolu geniş bir bahçeye bakan evin çatı katı bize tahsis edilmişti. Büyükbaba, büyükanne, biri kız diğeri erkek iki çocuk, Livia ve Romano tipik bir İtalyan aile tablosu çiziyorlardı. Mutfakta büyük bir taş fırın, uzun masif bir masa vardı. Büyükanne kendi elleriyle makarna hamuru açmış, ince ince kesip akşam yemeği için hazırlıyordu. Salondaki büfe, konsol, masa en az yüz-yüz elli yıllık olmalıydı. Onlara hediye olarak götürdüğümüz kilimi şöminenin önüne yerleştirdiler. Duvarlarda onlarca resim asılıydı, aile yadigarı...
Akşam yemeği için hep beraber masanın çevresine yerleştiğimizde, Romano kilere gidip babası ile birlikte şişelediği şaraplardan birini getirdi. “Beş yüz şişe beyaz, beş yüz şişe kırmızı depoladık bu yıl da” derken sağlığı gitgide bozulan yaşlı babasının gözlerinin içine bakıyordu. Gelecek yıl da birlikte yapabilecek miyiz bu işleri birlikte, diye sorar gibiydi gözleri. Bize bir misafirden çok aileden biri gibi davranmaları çok hoşuma gitmişti. Makarna, şarap ve peynirden oluşan yemeğimizi yerken, hayallerim gerçek oldu, bir Veneto evinde, bir Venetolu gibiyim şu an, diye düşündüm.
Ertesi sabah, büyükanne mutfağa, büyükbaba koltuğuna, Romano hemen yan binadaki ofisine, çocuklar da okullarına gidince Livia bizi arabasıyla Padova’ya götürüp şehri gezdirdi. Troialı Antenor’un 3200 yıllık kentinde olmak muhteşemdi. Beppe ile buluşup Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Dr. Zampieri bize müzeyi gezdirirken böyle dostlarım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm bir kez daha. O güne kadar yüzlerce müze gezmiştim ama kendimi ilk defa böylesine ayrıcalıklı hissediyordum. Aslında, iki yıl önce Venedik gösterisi için Selanik’e davet edildiğimizde Makedonya bölgesindeki antik Aiani kentinin yeni kurulmakta olan muhteşem müzesini de böyle ayrıcalıklı bir konumda gezmiştik. Müze müdürü gurubumuzdan bir arkeolog hanımın eski bir arkadaşıydı ve henüz kimselerin görmediği olağanüstü buluntuları tek tek inceleme fırsatı bulmuştuk. Kapalı kapılar, kilitli kasalar bizim için özel olarak açılmış, nem dengesini koruyabilmek için kat kat sarılmış birkaç bin yıllık objeler önümüze serilmişti. O da son derece heyecan verici bir deneyimdi ama o şansı arkeolog arkadaşımız sayesinde elde etmiştik. Oysa, burada yine bizzat müzenin müdürü tarafından, kapalı kapılar benim için özel olarak açılıyordu. Yine henüz kimselerin görmediği yepyeni bir buluntu bir başka kilitli kapının ardında çıktı karşımıza; 20’li yaşlarında ölen bir savaşçının atının gövdesine sarılarak gömüldüğü bir mezar kalıntısı. Olağanüstü etkileyici bu buluntu müze müdürü için de heyecan kaynağıydı. Çünkü, o böyle bir buluntuya Avrupa’da daha önce hiç rastlamadıklarını söylüyordu gururla.
Ziyaretçilerin bir ay öncesinden rezervasyon yaptırıp sadece on beş dakika kalmak üzere onarlı guruplar halinde kabul edildiği Giotto Şapeli’ni yine müdürün rehberliğiyle gezdik. Bir saat boyunca, her bir panelde yer alan freskleri tüm detaylarıyla tanırken diğer ziyaretçilerin şaşkın bakışlarına hedef oluyorduk. Alelacele bakıp çıkmaları istenen bu çok önemli yapıda biz uzun uzun durup detayları inceleyebiliyorduk. Üstelik müdürün İtalyanca olarak anlattıklarını ben bir kez de Türkçe olarak tekrarlayıp eşimin anlamasına yardımcı oluyordum. İtiraf etmeliyim ki, insanların bizi şaşkın bakışlarla izlemesi bize çok eğlenceli gelmişti. İki dilde rehberlik hizmeti alıp, burada onlardan çok daha fazla kalmasına izin verilen bu adam çok önemli biri olmalıydı mutlaka...
Bir sonraki durağımız Antenor’un Lahdi oldu. Padova Vilayet Sarayı’nın hemen önünde bulunan bu lahid, sonradan okuduğum kadarıyla bir çok sır gizliyordu. Ama, Padova ve Padovalılar için çok önemli olduğu hemen anlaşılıyordu. Revaklı yapıların arasında, çiseleyen yağmura aldırmadan kenti bir baştan diğer başa dolaştık. Padova tarihinin Venedik’teki kadar korunmadığını gördüğümden midir nedir, Padova’yı çok da fazla sevemedim. Ama dünyanın en eski üniversitelerinden biri olan ve 1221 yılının Eylül ayında açılan Padova Üniversitesi’nde bulunan bir heykelin kaidesinde yer alan plakette “1678 - Elena Lucrezia Corner” adını görünce çok keyiflendim. Dünyanın ilk kadın üniversite mezunu olan ve burada felsefe doktorası yapan Lucrezia, Venedik’in en ünlü ailelerinden birinin kızıydı. Tarihi zaten Venedik’ten ayrı düşünülemeyecek olan Padova’da böylesi somut bir iz bulmak hoşuma gitmişti.
Akşam Fontaniva’da Ugo’nun daveti üzerine hep birlikte akşam yemeği yemek için toplandık. Elite firması sahibi Amerigo Sartore,eşi, bisikletiçi Stefano, Flavio, Lorena, Beppe, Romano, Livia, Ugo, eşi hep birlikte Türkiye’de yaşadığımız güzel günleri andık. İngilizce konuşan tek kişi Amerigo idi, o da eşimle sohbeti koyulaştırmıştı. Pizzalarımızı yedikten sonra tarihi Serciari Ocakları’ndaki Elite binasına gittik. Projenin tüm aşamalarında, bütün davetlerin mekanı olan bu yer, 1200’lere uzanan tarihi ile olduğu kadar birer Ferrari değerindeki antika Murano avizeleriyle de göz kamaştırıcıydı. Burada da Venedik’ten izler bulmuştum. Böylesi güzel bir davetin onur konuğu olmaktan da son derece mutlu ve gururluydum. Ama asıl sürpriz gece yarısından sonra geldi. Hep birlikte Fontaniva Belediye binasına gittik. Bahçe duvarına Bartın’daki Gazhane binası duvarına işlenen ölçülerde Paflagonia Projesi logosu resmedilmişti. Ben, Ugo’nun sözünü ettiği sürprizin bu olduğunu düşünürken o beni daha da yakından bakmam için çağırdı. Sağ tarafta duvar boyunca uzanan pirinç levhada projenin öyküsü anlatılıyordu. Heyecanla okumaya koyuldum. Derken, projeye emek verenler listesine gelince gözlerime inanamadım; “Emel Ege” de yazıyordu. Yalnız olsam havalara fırlardım ama onca dostumun arasında bunu yapamadım. Çığlıklarımı içime gömüp öylece bakakaldım... “Emel Ege”... Gözlerime yaşlar birikti ama gülüyordum, sadece gülüyordum. Venedik tutkusu ile buralara kadar gelebileceğimi, tüm bunları yaşayabileceğimi, dahası Veneto bölgesinde bir belediye binasının duvarına adımı yazdırabileceğimi hiç ama hiç düşünemezdim. Artık, duygularımı anlatmaya kelimeler yetmez olmuştu. Mutluydum, gururluydum, heyecanlıydım ama bunların çok ötesinde duygularla doluydum. Ve, her şeyi “Venedik”e borçluydum.
Bir sonraki gün, Livia bizi Padova tren istasyonuna bıraktı. Cittadella’da Lorena ile buluştuk. Bu güzel Ortaçağ kentinde kısa bir tur yaptıktan sonra Lorena’nın yaşadığı Tombolo’ya geçtik. Bizi tüm ailesinin bir arada olduğu evine götürdü. Romano’nun evindeki sıcak aile ortamını burada aynen gözlemledik. Bizim geleneksel Anadolu aile yapısı dediğimiz ve şimdilerde yavaş yavaş unutulmaya yüz tutmuş olan o sıcaklığın burada halen yaşatıldığını görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Anne, baba, kardeş, gelin, iki erkek çocuk ve eş... hepsi bir arada, bizi aileden biri gibi karşıladılar. Anne bize harika yemekler hazırlamıştı. Üstelik de sonsuz bir nezaketle, et yemediğimizi göz önüne alarak, İtalyan mutfağının nefis tatlarını sundular; Deniz ürünlü makarna, peynir, şarap, salata....
Yemekten sonra Ugo arabasıyla bizi almaya geldi. Anne hemen ona da yiyecek bir şeyler hazırladı.Ugo da onlar için aileden biri gibiydi. Aynı zamanda Lorena’nın okulunun müdürü olan Ugo ona hep baba gibi davranıyordu. Lorena’nın minik ve sevimli oğlu Francesco’yu da yanımıza alıp kuzeyin en güzel kentlerinden Bassano del Grappa’ya gittik. Burası, bugüne kadar gördüğüm en güzel manzaralardan birine sahipti. Hele, o muhteşem Palladio köprüsü... Asıl adı Ponte degli Alpini olan köprüyü sanatçı 1569’da tasarlamıştı. Uzaktan Floransa’daki Ponte Vecchio’yu andıran bu köprü ahşaptan yapılmış ve birkaç kez yıkıldığı için aslına sadık kalınarak yenilenmişti. Alplerin eteklerinden Venedik Lagünü’ne ulaşan Brenta’nın, yemyeşil bir bitki örtüsüyle kuşatılmış bu güzel manzaralı nehrin iki kıyısına yerleşmiş Bassano’ya asla doyamadık ve bir dahaki sefere buraya çok daha uzun zaman ayırmaya karar vererek Fontaniva’ya geçtik. Ugo’nun evinde bizi eşi ve kızı ile birlikte kapıya asılı duran kocaman bir Türk bayrağı karşıladı. Yaşlı annesiyle teyzesi bahçede sessizce oturuyorlardı. Dış cepheye ise, Paflagonia Projesi’nin Bartın Gazhane binasında ve Fontaniva Belediyesi’nde bulunanlarla aynı ölçüde yapılmış logosu işlenmişti. Bir yıldır, her gün iş dönüşü eline fırçasını alarak logoyu tamamlamaya çalışan Ugo, bunu yaparken dinlendiğini ve çok mutlu olduğunu söylüyordu. Onun da tutkusu buydu; Paflagonialı Enetlerin izini sürmek... Dönüşte, trenle geldiğimiz yolu bu kez otobüsle kat ederek Padova’ya ulaştık. Livia’nın arabasıyla yeniden Romano’nun evine döndük.
Ertesi gün, Livia bizim şerefimize buradaki tüm arkadaşlarımızın katılacağı bir davet veriyordu. Onlara, bize özgü tatlar sunmak için hazırlık yapmam gerekti. Ama, bu kez de Livia’nın anne ve babası bizi evlerine davet ettiler. Baba gerçek bir Venedikli idi ve Venedik’le ilgilendiğimi bildiği için benimle mutlak konuşmak istiyordu. Latince ve Grekçe de bilen baba tarihe çok meraklıydı ve Venedikli olmak onun en büyük gurur kaynağıydı. Evin salonu tam anlamıyla bir kütüphaneye dönüştürülmüştü. Baba, önce benim bilgilerimi sınadı ardından da detaylara girdi. Troia Savaşı’nda her ne kadar Paflagonialı Enetler Troialıların yanında yer aldıysa da, babanın gönlü Akhalar’ın tarafındaydı. Bunu daha önce Ugo ile de tartıştıklarını söyledi. Antik Yunan’a karşı garip bir hayranlığı vardı. Anlaşılan Helena’yı kaçırdığı için Paris’e öfkelenmişti! Tarih tutkusunun peşinden Anadolu’ya, Ürdün’e, Mısır’a, Yunanistan’a ve güney İtalya’ya defalarca gitmişti. Sonra söz dönüp dolaşıp çapkın dük Andrea Gritti’ye geldi. İstanbul’da bıraktığı üç gayrı meşru çocuğundan söz ederken kütüphanesinden onun hayatının anlatıldığı kocaman, ciltli bir kitap çıkarttı ve anlattıklarımı oradan da göstererek doğruladı. Aslında, onunla günlerce sohbet edebilirdim. Biraz sivri dilli, oldukça önyargılı, aksi sayılabilecek bir ihtiyar olmasına rağmen Venedik tutkumu çok iyi anladığına emindim. Anne, tüm sohbet boyunca bizi mutfaktan dinlemişti. Yörenin en özel yemeklerinden biri olan kabak çiçeği kızartmasını hazırlarken ara ara bize katılıyor ve babanın huyunu bildiği için bana destek çıkarak, babanın beni fazla sıkıştırmamasına özen gösteriyordu. Kızartma işi bitince, beyaz şarabı açıp yanımıza oturdu. Bu kez, ortak yemeklerimizden söz ettik, benzerlikler ve farklılıklar üzerine.
Dönüşte, akşamki davet için alış verişimizi yapıp Livia ile birlikte eve gittik. Onlara, kocaman bir tabak patlıcan salatası hazırladım. Romano’nun annesi beni dikkatle izliyordu. Bu arada o da harika bir patlıcanlı turta hazırladı. Livia, yine bizim yiyebileceğimiz tarzda, etsiz yemekler yapıp masaya yerleştirmişti. Romano mahzenindeki şaraplardan birkaç tane getirip bardakları çıkardı. Bardak diyorum, çünkü nedense onlar şarabı su bardağı ile içmekten hoşlanıyorlardı. Gün kararmaya başladığında arkadaşlarımız da birer birer gelmeye başladılar. Beppe, Ugo, Emiliana, Dr. Zampieri, eşi, Lorena, Massimo hep birlikte Paflagonia’da yaşadığımız güzel günleri Türkiye’den taşıdığım iki yüz elli dia eşliğinde anarak müthiş keyifli bir gece yaşadık ve ertesi gün Türkiye’ye uçtuk. Uçakta, bulutların üzerinde süzülürken gerçekten “uçtuğumu” hissettiğimi hatırlıyorum. Venedik tutkusu, beni bu kez Veneto’nun farklı noktalarında gerçek bir Venetolu gibi yaşatmıştı. Uçağın tekerlekleri çoktan piste değmişti, oysa ben hala uçuyordum...

Yeni heyecanlar, yepyeni projeler ...

Eve döner dönmez, Haziran ayının programını yapmaya koyuldum. Bir yandan da, Ağustos’ta Bozcaada’da yapılacak II.Homeros Günü için çalışmaya başladım. Bartın- Padova- Çanakkale- İstanbul arasında müthiş bir telefon ve e-mail trafiğinin merkezindeydim. Toplantılar, yazışmalar, görüşmeler derken 28 Haziran 2003’te yine Yeşilköy havaalanındaydım. Ugo, Romano ve Loreno ile birlikte 2001’de bisiklet gurubunda yer alan Giovanni ve Padovalı mühendis Pierluigi de gelmişti bu kez. Hep birlikte Bartın Belediyesi’nin bize yolladığı araçla yola koyulduk. Neşe içinde geçen keyifli bir yolculuktan sonra, bir kez daha Amasra’daydık. Beş gün boyunca yine keyifli geziler yaptık ve ilerde yapacaklarımızı planladık. Ama, hala Kuşkayası Yol Anıtı için izin alınamamış olması canımızı sıkmıştı. Yine de, Mayıs’2004’de Padova yapılacak olan Uluslararası Kardeş Kentler Fuarı’na davet edilen Bartın’ın yöreye özgü el ürünlerini incelemek için çeşitli ziyaretler yaptık. Telkırma, ahşap elişi ürünler, el dokumaları, lokum, ormanlardan toplanıp kurutularak paketlenmiş doğal ve şifalı bitkiler konusunda fikir birliğine vardık. Bu arada, Ugo ile Lorena yine boş durmamış, iki arada bir derede Bartın Gazhane binasının duvarına Anatolia Projesi’nin logosunu resmedivermişlerdi. Ugo’nun niyeti, projeleri geliştirip çeşitlendirerek duvarın tamamını logolarla kaplamaktı. Lorena da, ona asistanlık yapmak için çoktan gönüllüydü...
5 Temmuz günü, havaalanında vedalaşırken bir önceki kadar hüzünlü değildim. Çünkü, Ugo’yu bir ay içinde yeniden gelmesi için ikna etmiştim. 25 Temmuz’da alana inen uçakta Ugo’ya eşlik eden Emiliana ile birlikte motorsikleti ile 2001’deki tura katılan Aladino ve eşi Cristina da vardı. Hep birlikte doğruca Çanakkale’ye, Dardanos’taki yazlığımıza gittik.
Çanakkale’de kaldığımız bir hafta boyunca, Ugo’nun “Emel ne olur fazla yoğun bir program hazırlama, bu bizim yaz tatilimiz. Birazcık da dinlenenlim” demelerine aldırmadan çok önceden ayarladığım randevular sayesinde bir toplantıdan diğerine koşuşturduk. Aslında Ugo haklıydı, ben de yorgunluktan ölüyordum. Ama bu fırsat bir daha ele geçmez düşüncesiyle görüşebildiğimiz kadar fazla kişiyle görüşüp, bu projelere Çanakkale’yi dahil edebilmenin yollarını arıyordum. Belediye Başkanı, Turizm Tanıtma Derneği Başkanı, sivil toplum kuruluşları, Roma’nın Nemi Belediyesi ile kardeş olan İntepe Belediye Başkanı, Arkeoloji Müzesi Müdürü, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğretim üyeleri derken ziyaretlerimizi tamamlayıp, Rotary’nin düzenlediği akşam yemeğinde Paflagonia projesi nedeniyle Cittadella Rotary Kulüp üyeliğine davet edilmiş olan Ugo için yapılan bayrak değişim törenine katıldık. Bu arada, görüşmelerimiz esnasında ortaya çıkan yeni proje taslakları konusunda bir Rotary üyesi olan belediye başkanından da çalışmalarımıza destek sözü aldık.
Çanakkale’deki bu koşuşturmaca esnasında, arada denize girmek için de küçük fırsatlar yaratıyor ama sahilde yine projelerimizden konuşmaya dalıveriyorduk Ugo ile. Geceleri ve sabahın erken saatlerinde onu hep balkonda bir başına kitap okurken görüyordum. Sürekli notlar alıyordu. Bir ara beni yanına çağırdı ve kitaptan bir bölümü okumamı istedi.
Antik Roma şairlerinin en büyüklerinden olan Catullo’nun bir şiiriydi bu. M.Ö. I. y.y.da Gideros ormanlarından kesilen ağaçlarla yapılan ve hırçın Karadeniz’i, Marmara’yı, Ege’yi, Adriyatik’i aşarak Garda Gölü’nün sessiz bir köşesine çekilen tekneyi anlatıyordu. Gözleri parıldayarak “bu şiiri tercüme edebilir misin?” diye sordu. Niyetini hemen anlamıştım. Bu seyahati de tersine gerçekleştirmek için bir proje oluştu yine kafanda, değil mi, diye sordum. Cevabı belliydi: İtalya’dan Troia’ya, oradan da Paflagonia’ya teknelerle yapılacak bir dostluk turu projesi... Adını hemen koydum: Progetto Pace, yani Barış Projesi. Kulağa ne de hoş geliyor...
Bütün gece proje detayları üzerine konuştuk. Bisikletlerle olmuştu ya, neden teknelerle olmasındı? Önce, sadece Veneto Bölgesi’nden tekneler diye düşündük. Sonra, Roma’yı da katmalıyız derken.... Troia ile bağlantılı her merkezden birer tekneyi aynı gün Troia önlerinde toplayalım dedik. Ugo, “düşünsene her ülkeden televizyoncular, gazeteciler bu turu izleyecek, Troia günlerce manşetlere taşınacak yeniden” diyordu müthiş bir heyecanla.
1 Ağustos sabahı erkenden kahvaltımızı edip denize girdikten sonra Troia’ya doğru yola koyulduk. Günler öncesinde Korfmann’ı ziyaret etmek için aradığımda bana “ sakın yemek yemeyin gelmeden önce” demişti. Bunun bir öğle yemeği daveti olduğu belliydi. Bizi kapıda yine her zamanki güler yüzüyle karşıladı. Kazı alanının yanı başındaki barakaların önündeki o meşhur ahşap masasına, asırlık ağacın gölgesine buyur etti bizi. O masanın meşhurluğu nice devlet adamını, sanatçıyı, ünlü konuğu ağırlamasından geliyordu. Son derece mütevazı ama bir o kadar da sıcak bir yerdi burası. Çaylarımız her zamanki gibi kocaman su bardaklarıyla geldi. Korfmann, sabırsızlıkla Ugo’ya yıl boyu yaptıkları çalışmaları, Ugo da sonsuz bir heyecanla Korfmann’a Troia’da yaşanan gelişmeleri soruyordu. Ben bir yandan tercümeleri yapıyor diğer yandan da kendi merak ettiklerimi sıralıyordum. Korfmann bazen tercümeye gerek kalmaksızın cevabı veriveriyordu. Latince’den Fransızca’ya bir çok dili biliyor olmasının avantajıydı bu elbette. “Sizi gayet iyi anlıyorum ama konuşamam İtalyanca’yı” diyordu. Sonra, ona bir gece önce hayalini kurduğumuz tekne projesini anlattık. Dikkatlice dinledikten sonra, “neden olmasın?” dedi. Onun da gözleri parlamıştı. Ama, bilim adamı titizliğiyle altyapı sorunları gelmişti aklına öncelikle. Hep birlikte “neden olmasın” dedik, belki bir gün....
Yemekte bizi kazı ekibinin diğer üyelerine tanıttı. Sonra, diğerleriyle birlikte tepsilerimizi ve tabaklarımızı güzelce temizleyip mutfak görevlisine teslim ederek kazı bölgesine doğru yürümeye başladık. Ugo, 2001’den bu yana ortaya çıkan yeni alanları gördükçe hayretler içinde mırıldanıp duruyordu. Kocaman bir pamuk tarlasının ortasında keşfedilen korunma hendeği ilgisini fazlasıyla çekmişti. Sorularının ardı arkası gelmiyordu. Korfmann da, çalışmalarına böylesi ilgi duyup heyecanlanan birini gördüğü için keyifliydi, anlattıkça anlattı. Ama, zamanımız gittikçe daralıyor, Bozcaada’ya kalkan son arabalıyı yakalama şansımız
azalıyordu. İstemeye istemeye vedalaştık Korfmann’la.
Günbatımında Bozcaada’daydık. II. Homeros Günü katılımcılarıyla buluşup Korfmann’ın selamlarını ilettikten sonra o gün için özel olarak hazırlanan şaraplarımızı yudumlayıp diğerleriyle sohbete başladık. Edebiyatçılar, şairler, tiyatro ve müzik dünyasının önemli isimleri, yazarlar, yayıncılar, Bozcaada aşıkları, Homeros tutkunları, Troia sevdalıları hep bir aradaydık. Onlara, İliada sayesinde buralara kadar gelen İtalyan dostlarımı tanıtınca bir anda ilgi odağı oldular. Önce, müthiş bir sıcakkanlılık ve içtenlikle elini uzatan Ferai Tınç oldu. Kendini tanıttıktan sonra benimle, Ugo ve diğer arkadaşlarımla tanışmaktan çok mutlu olduğunu belirtti ve onları son derece akıcı bir İtalyanca ile selamladı. Ardından eşi Lütfü bey geldi yanımıza ve Fransızca konuşmaya başladı. Çalışmalarımızı duydukça onlar da bizim kadar heyecanlandılar ve gece boyunca hep birlikte sohbet edebilmek için bizi Haluk Şahin’in evindeki ziyafete davet ettiler. Orada da hep Paflagonia Projesi’nden, Troia’dan, Venedik’ten, Homeros’tan konuştuk, Belgin Şahin’in mükellef Türk yemeklerinden tadıp, özel Homeros Günü şaraplarından içtik. Popüler Tarih dergisi yazı işleri müdürü olan Lütfü Tınç, Ugo ile bana dergisinde Paflagonia Projesi için özel bir bölüm açmayı ve yazılarımızı yayınlamayı teklif ettiğinde kulaklarıma inanamadım. Yine bulutların üzerinde uçmaya başlamıştım. Venedik, bu kez beni yine farklı noktalara taşıyacaktı. Uçtukça uçuyordum sanki. Ama, bir günün içinde bu kadar yoğun yaşamaya alışkın değildim ve ertesi gün, gündoğumunda, yine İliada okumaya başlayacaktık her dilden. Diğerleriyle vedalaşıp, odalarımıza çekildik.
Sabah, henüz gün ağarırken, bu kez bir önceki yıldan daha büyük bir kalabalıkla birlikte yine Troia’yı gören sahilde, elimizde İliada’larımızla yerimizi almıştık. Saatlerce, her dilden okuduk, okuyanları dinledik. Akşamüzeri, gün batarken gelecek yıl kaldığımız yerden İliada okumaya devam etmek üzere sözleşip diğerleriyle vedalaştık ve Bozcaada’nın diğer güzelliklerini yaşamaya koyulduk. Ertesi gün de, deniz, güneş, balık, şarap derken arkamızda hoş anılar bırakarak İstanbul’a doğru yola çıktık.
İstanbul’a dönünce ilk işim, “Homeros yine Tenedos’taydı, Kaikias Kuzeydoğu’dan Tatlı Bir Esinti Yolladı” başlıklı yazıyı hazırlayıp Popüler Tarih’e, Lütfü Bey’e yollamak oldu. Telefonda, bana yazıyı çok beğendiğini, yayınlayacağını, ama Paflagonia Projesi yazımı da bir an önce, mutlaka göndermemi beklediğini söyleyince dünyalar benim oldu. Tüm gelişmeleri anında Ugo’ya iletip onunla paylaşıyordum. Lütfü Bey’in bize yapmış olduğu, bir Türk’ün ve bir İtalyan’ın bakış açısıyla Paflagonia Projesi’ni yazma teklifi, kafamızda yeni bir fikir oluşturdu. Ugo ile bu konuda, Türkçe ve İtalyanca olarak, fotoğraf ve çizimlerle süslenmiş bir kitap yazmak. Hemen işe koyulduk. İki ay içinde “İliada’nın izinde Düşten Gerçeğe: Paflagonia Projesi” ve “Viaggio in tre puntate nel Progetto Paflagonia, Anatolia, e...” başlıklı iki yazı da görselleriyle birlikte basıma hazır haldeydi. Hemen Ugo’nun metninin çevirisine başladım ve çok kısa sürede tamamladım. Çalışmaları bir dosya haline getirince, bu neden sadece bir dergi yazısı olarak kalsın ki, başlı başına bir kitap olabilir, diye düşünmeye başladım. Benim yazım İtalyanca’ya çevrilince, iki farklı bakışla, iki dilli, bol resimli bir kitap çıkabilirdi ortaya. Neden olmasın, dedim. Ama nasıl? Çünkü, Ugo da ben de ekonomik olarak bunun maliyetini karşılayamazdık. Ugo ile yazışmalarımız sonunda bunu Bartın Belediyesi’ne sunup sponsorluk talep etmeye karar verdik. Sunum dosyasının özenle hazırlanması gerektiğine inanarak profesyonel yardım almaya karar verdim ve dostluğumuza dayanarak Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın kapısını çalıp Nezih Başgelen’in karşısına çıktım.
Günlerce süren çalışmalar sonucunda ortaya çok hoş bir kitap taslağı çıktı. Bunu, bir an önce Bartın’a ulaştırıp harekete geçmek için heyecan içinde kıvranırken Amasra’dan gelen sürpriz davet beni yine havalara uçurdu. Amasra Kent Kültürü Araştırmaları’nı sürdüren gönüllüler ilk kez düzenleyecekleri toplantıya Paflagonia Projesi sunumu için beni davet ediyorlardı. İnanılmaz bir gelişmeydi bu. Bir gün, Turizm ve Otelcilik Yüksek Okulu’nda, ertesi gün de eski kilisede iki sunum yapacaktım. Bu arada, Ugo’nun son olarak geliştirdiği ve iki ülke okulları arasında bu tarihi yakınlığı vurgulayacak Arkeologando Projesi’ni de tanıtacaktım. Proje, öncelikle gençler arasında tarih bilincini artırmak, düzenlenecek yarışmalarla ve karşılıklı öğrenci değişimi ile iki ülke gençliğini kaynaştırmak, üniversitelerde bilim adamlarının katılacağı konferanslar düzenleyerek Paflagonialılar, Troialılar ve Venetolular arasındaki 3200 yıllık bağı bilimsel olarak da tartışmaya açmak ve nihayetinde yine “evrensel barış”a katkı sağlamak gibi amaçlar taşıyordu.
Sunumda kullanacağım 250 dianın Troia bölümünü Emin çekmişti. Onun için, benimle gelmesini istiyordum. Ayrıca, kitabın sunumunu bizzat Nezih Başgelen’in yapmasının daha ikna edici olacağını düşündüğümden onun da bizimle olması gerektiğine inanıyordum. Amasralı dostlarım bu teklifimi büyük bir memnuniyetle kabul ettiler. Daha önceden, projeleri tanıtan yazımı hazırlamıştım. Günler süren sesli okuma provaları ile tüm metni bir saat içinde okunabilir hale getirdim. Okumak üzere hazırlanmıştım ama o kadar çok prova yapmıştım ki, bir de baktım bütün metin ezberime girivermiş bile...

2004’te yepyeni heyecanlar ...

15 Ocak 2004 günü, Emin, ben, Nezih bey ve eşi Amasra yoluna koyulduk. Hepimiz farklı heyecanlar içindeydik. Otelde, benim için hazırlanmış kocaman afişleri görünce üzerime aldığım sorumluluk, henüz birkaç yıl öncesinde evinde, kendi kendine Venedik üzerine sessiz sedasız araştırmalar yaparken buralara kadar gelmenin, bu şekilde gelebilmenin verdiği gurur, bundan sonrasında yaşayabileceklerim beni çok farklı duygularla buluşturdu, gözlerimde biriken mutluluk yaşlarını hissettirmemeye çalışarak odama çekildim.
Sabah erkenden uyandım. Amasralı dostlarımla buluşup her birlikte okulun yolunu tuttuk. Buradaki ilgi inanılmazdı. Belediye Başkanı, okul yöneticileri, sivil aktivistler, öğrenciler toplantı salonunu doldurmuş, sabırsızlıkla sunumu bekliyorlardı. Emin, dia makinesinin başına geçti, Nezih beyin eşi Sema, sunumu başından sonuna görüntülemek için video kamerayı aldı, Amasra Yelken Kulübü’nün başkanı Hüseyin bey açılış konuşmasına başladı.
Öğrencilerin pek çoğunun ellerinde kalemleri, notlar aldığını ve ilgiyle izlediğini görünce ben de anlattıkça coştum. Onları en çok ilgilendiren Arkeologando Projesi olmuştu. Sunumun ardından çevremi sarıp sorular sordular. Ama, hala Kuşkayası restorasyon izni alınamadığı için İtalyan dostlarımızla gerçekleştirmeye çalıştığımız projelerin riske girmekte olduğunu belirtmem onlarda biraz hayal kırıklığı yarattı. Amacım, bu konuyu iyice vurgulayarak yetkilileri bir an önce harekete geçirmekti. Ama, onların duyarsızlığını anlamam için daha çok zaman geçmesi gerekti.
Öğleden sonra, Bartın Belediye Başkanı ile kitap sunumu için randevumuz vardı. Hep birlikte, kitabın taslağını kolumuzun altına sıkıştırıp makamına gittik. Ama o da ne? Başkan randevuyu unutup başka bir şehre doğru yola çıkmıştı. Yardımcısının bizi dinleyebileceğini söyleyip telefonda özür dilemekle yetindi. Nezih bey işini gücünü bırakıp, koyu renk takım elbisesiyle karşısındaki ciddiye alarak bu kitabın sunumunu bizzat yapmak için oradaydı. Onca yolu bunun için mi gelmiştik? Başkan yardımcısı elbette ki, sunduğumuz kitap taslağının önemini yeterince algılayamadı, hele ki kitabın maliyetini duyunca, ki bu para o belediyenin bütçesi için oldukça önemsiz bir rakamdı, bizleri yuvarlak cümlelerle güzelce ağırlayarak yolcu etti. Kitabın Bartın desteğiyle basılamayacağını o an anladık. Hayal kırıklığımızın yarattığı olumsuzluğu akşam bizim için hazırlanan güzel balık sofrasında biraz olsun attıktan sonra, Amasralı dostlarımızla yapılanlar, yapılabilecekken yapılmayanlar, yapılamayanlar üzerine sohbete başladık. Buraya çok büyük umutlarla gelmiştim. Ama, anlatılanları dinledikçe umutlarımın bir bir söneceğini hissettim. Burada bizi ağırlayan, yol, konaklama, yemek masraflarımızı büyük bir özveriyle kendi ceplerinden karşılayan bir avuç gönüllü, ne yazık ki, yetkililerin tavrı karşısında çaresizdi. Daha sonra yaşayacaklarımdan habersiz, umudumu kaybetmemeye çalışarak, Emin’le birlikte o çok sevdiğim, adeta sevdalandığım Amasra sahilinde, sokaklarda dolaşırken dükkanların, kafelerin, otellerin camlarına yapıştırılmış “Bir Efsanenin Peşinde... Söyleşi ve Dia Gösterisi... Emel Altan Ege” posterleriyle biraz olsun umutlanarak, ertesi günün hazırlıkları için odama çekildim.
Eski kilisede yerel basın mensupları, Bartın Belediyesi’nden temsilciler ve yine Amasralılar bizi çok sıcak karşıladılar. Dayanılmaz soğuğa rağmen sunum bitene kadar ilgiyle izleyip sorular sordular. Her şeye rağmen burada olmak güzeldi. Döner dönmez ilk işim, Amasra Sevdası’nı kaleme alıp yaşadıklarımı anlatmak oldu.

Yazılar devam ediyor ...

Ugo ile hazırladığımız kitabın basımı için sabırsızlıkla neler yapabileceğimi araştırmaya koyuldum. Bütün amacım, Mayıs’ta Padova’da yapılacak Uluslararası fuarda, Kardeş Kentler pavyonunda yer alacak olan Bartın standına bu kitabı da koyabilmekti. Ugo ile sürekli yazışarak çareler arıyorduk. Maddi olanaksızlık elimizi kolumuzu bağlıyordu. Oysa, ne de anlamlı olacaktı.
Döndüğümden beri Bartın Belediye Başkanı’nı defalarca arıyor, kitap için ikna etmeye çalışıyordum. Bir yandan da Popüler Tarih ile görüşmelerim sürüyordu. Lütfi Bey, Ugo ile hazırladığımız yazıları yayınlamakta çok ısrarlıydı. Ama, dialarımı da istiyordu. Bense kararsız kalmıştım. Nezih Bey bir taraftan kitabı basabilmenin yollarını arıyordu, öte yandan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden beni yine çok sevindiren, Amasra sunumunun tekrarı davetini almıştım. O nedenle, dialarımı hemen vermek istemiyordum. Bir de, Bartın’da yetkililer hala Kuşkayası restorasyon izni almayı başaramadıklarından projelerin devamı riske giriyor, ben de yazılarımda anlattığım konuların anlamını yitireceğinden korkarak bunları ulusal basına duyurmak konusunda tereddütler yaşıyordum. Zaten bu izin alınmadığı için Padova Belediyesi’nden gelen ödenek geri gitmiş, tasarlanan diğer projeler askıya alınmışken Bartınlıların fuara katılmaya niyet edemeyecekleri kuşkusunu da taşıyordum. Allak bullak olmuştum.
Bu duygu karmaşasını yaşarken Andrea Gritti ile ilgili yazımı tamamladım, San Teodoro yazımı yeniden düzenledim ve Lütfi Bey’e bunları önerdim. Gritti yazım hemen kabul edildi ve bu beni yine mutlu etmeye yetti. Ünlü dük, eskinin Venedik elçisi, çapkın Gritti’nin ilginç hayat hikayesi dikkati çekmişti. “Venedik” bir kez daha imdadıma yetişmiş, umutlarımı yeşertmişti.

Yine ilginç bir karşılaşma ...

Üniversitenin daveti, yazımın kabulü derken bir yandan mutluluklar yaşıyor, diğer yandan kitabın ve diğer projelerin akıbeti konusundaki belirsizlikten sancılar içinde kıvranıyorken, Çanakkale’den gelen bir telefon yine sevinçten havalara uçmama yetti. Bu kez, yine İliada’dan hareketle, Aeneas’ın ataları olduğuna inanan Romalılarla, Roma’nın Nemi Belediyesi ile kardeş olan Çanakkale’nin İntepe Belediyesi arasında yaşanacak buluşmada benim de bulunmam isteniyordu. Bunun için, 25 Mart’ta Roma’dan gelecek dostları alıp Çanakkale’ye götürecektim.
İlk kez, bir İtalyan belediye başkanı ve heyeti ile birlikte olacağım için heyecanlıydım. Ama, havaalanında ilk karşılaştığımız an kaynaşıverdik. Sıcak kişilikleri, kibirden uzak halleri, bana karşı sevecen yaklaşımları, Çanakkale yolunda altı saat boyunca yaptığımız samimi sohbet bizi birbirimize bağlamaya yetmişti. Özellikle, onlara anlattığım Paflagonia Projesi ve diğer tasarılarımız hepsini etkilemişti. Hem dillerini oldukça iyi konuşmam (bu arada, çok yabancısı olduğum güney aksanı beni hayli zorluyordu) hem de ülkelerini çok iyi tanımam, dahası Venedik hakkında bir kitap yazıyor olmam onları hayrete düşürmüştü.
Çanakkale’de, önce İntepe’ye resmi ziyaret gerçekleştirip, Troia’yı ve İda dağını gezdik. Büyülenmişlerdi. Bir gece onlar bize İtalyan gecesi hazırladılar, ertesi akşam da biz onlara bir Türk gecesi. Burada, karşılıklı olarak birbirimize mutfağımızın özelliklerini tanıtırken kendi ülkelerimizin müziği eşliğinde de danslar sergiledik. O törenlerde, bana Padova’da yaşayan Çanakkaleli bir rehberin de katılacağı söylendiğinde o güne kadar karşıma çıkan profesyonellerinden birini göreceğimi düşünerek tedirgin olmuştum. Mikrofonda çevirileri yaparken adımın anlamını soran sevgili başkan Biaggi’ye Padovalı dostlarımın da bunu sorduklarını ve söylediğimde çok ilginç bulduklarını anlatırken, rehber Mesut’un hayretle bana baktığını fark ettim. Emel – Altan ve Ege’ye onlar da “Tanyeri kızıllığında Ege’ye duyulan arzu” şeklinde çok şiirsel bir anlam yüklemişlerdi. Ben, Mesut’un bakışlarını buna bağlamıştım. Oysa, o “Padova” ismini duyunca ne kadar şaşırdığını anlattı bana sonraki sohbetimizde. O güne kadar, Çanakkale’de Padova’yı tanıyan birine rastlamamış, benim böylesi yakınlıkla söz etmem karşısında da hayretler içinde kalmıştı. Bu yolculuk, bana 18 yeni İtalyan dost edindirmekle kalmamış, Venedik ve Padova’ya aşık bir yeni Türk dost daha kazandırmıştı. Üstelik o da Çanakkaleli idi.
Çanakkale’den dönüşte, birkaç gün de İstanbul’u gezdik Nemili dostlarımla birlikte. Bana hayran kaldıklarını söylemek kendini beğenmişlik sayılmazsa anlatmadan geçemeyeceğim; Öncelikle dilimizi iyi konuşuyorsun, İtalya’yı bizden bile iyi tanıyorsun, kendi topraklarını, Troia’yı, İda Dağı’nı, efsaneleri, tarihini çok iyi anlatıyorsun, İstanbul’da da bizi nerelere götüreceğini çok iyi biliyorsun, dediler. Boğaz’da tekne turu, balık ziyafeti, Beyoğlu’da Hacı Abdullah’ın geleneksel Osmanlı lezzetleri, Kapalıçarşı, Topkapı, Ayasofya, Mavi Cami, Halı Müzesi, Çemberlitaş Hamamı, Kervansaray’da gece eğlencesi derken, sıra İstanbul’daki en önemli buluşmaya geldi. Günler öncesinde görüştüğüm İtalyan Kültür Merkezi müdürü Silvio Marchetti bizi merkezde düzenlediği kokteylde sıcak bir şekilde ağırladıktan sonra, hep birlikte İstanbul Başkonsolosu Luciano Pezzotti’yi ziyaret etmek üzere Venedik Sarayı’na doğru yol aldık. 2001’de Ugo ile ilk kez karşılaştığımız o muhteşem binada şimdi Nemi Belediye Başkanı ve Nemi delegasyonu ile başkonsolosun huzurunda olmak bana sonsuz heyecan, mutluluk ve gurur veriyordu. Bu kez, sarayın tüm odalarını başkonsolosun rehberliğinde geziyor olmak tarifi imkansız duygular yaşatıyordu. Bu müthiş deneyimin ardından bizler için ayrılık vakti gelmişti. Havaalanı’nda vedalaşırken yine hepimiz kırk yıllık dostlar gibi kucaklaşıp ağlaştık.
Artık, yeni projelerin içine mutlaka Roma’yı da katmak gerekliydi. Çünkü, heyetteki mimar Bruno, Nemi’de antik Caligula teknesi üzerine bir projede çalışıyordu ve bizim Barış Projesi için çok heveslenmişti. Troia önlerinde aynı gün toplayacağımız teknelerden birinin yelkeninde mutlaka Nemi/Roma yazacaktı. Venedik, bu kez de bana Roma’nın kapılarını açtı. Artık, orada da pek çok dostumun bana açılan kapıları olduğunu biliyordum. Mutluydum.

Heyecan sürüyor ...

Tüm bu koşuşturmaca arasında, Emin’le birlikte uzun zamandır düşlediğimiz bir çalışmayı gerçekleştirmiş, “www.ikiem.com” adlı internet sitemizi hazırlamıştık. Emin’in büyüleyici fotoğrafları benim yüzlerce yazım arasından seçtiğimiz metinlerle burada buluştu. Önceleri 9.000-10.000 derken kısa sürede ziyaretçi sayımız 26.000’lere ulaştı. Siteye, dünyanın dört bir yanından girişler yapıldığını ay sonları gelen detaylı raporlarda görebiliyorduk. Artık, farklı arama motorlarında adımı yazdığım zaman benimle ilgili bir yığın sayfa geliyordu. Burası Çanakkale Gazetesi de sıklıkla gönderdiği mesajlarda, yazılarım dolayısıyla benim adımın yanında kendi isimlerinin de ön plana çıkmasından hoşnutluğunu dile getiriyordu. Ayrıca, yazılarım ve bazı haberlerim “www.bianet.org” tarafından seçilip yayınlanmıştı, gazetem de bunu bana sevinçle müjdelemişti. “www.gezikolik.com” Benim Firenze’m yazımı yayınlamaya başladığında yine çok mutlu olmuştum.
Derken bir gün, yine adımı yazıp, ne var ne yok diye aranırken, İtalya’dan birilerinin benim Bell’Italia Ağustos-2000’de yayınlanan San Teodoro çalışmama ile ilgili bir tartışmayı sayfalarına taşıdığını fark ettim. “www.eticare.it”de benden ve yazdıklarımdan söz ediliyordu. Anlaşılan, Venedikliler kendilerine ilk azizlerini pek çok bilinmeyen özelliğiyle anlatan bir Türk’ten hayli etkilenmişlerdi. Bu, benim için gurur verici olduğu kadar heyecanıma heyecan katmaya yetecek bir itici güç olmuştu.
Şimdi, tüm zamanımı yıllar sonra ilk kez bulunacağım üniversite ortamında yapacağım sunumun provalarına ayırıyordum. Bu kez, öğrencilere ayrılmış sıralarda değil, kürsüde olacak olmak beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Yine evimde, yüksek sesli provalara başladım. Diaların sunumuyla birlikte bir buçuk saati aşmayacak şekilde kendimi hazırladım.
19 Nisan 2004’te Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde, Kültür Merkezi olarak kullanılan eski İtalyan Konsolosluğu binasındaydım. İliada’dan başlayarak Paflagonia Projesi’nin tüm aşamalarını, salonda beni gözlerini kırpmadan, dikkatle izleyen misafirleri sıkmaktan da korkarak, bir solukta anlatıverdim. Hem de, önümdeki notlara bakmaya gereği bile duymadan. Bir buçuk saatin nasıl geçtiğini benim kadar onlar da anlayamamıştı. Benden bu kadar, dediğimde salondan hala çıt çıkmıyordu. Anlattıklarımdan olduğu kadar performansımdan da büyülendiklerini ifade etmekte gecikmediler. Ben de, sonsuz mutluydum. Ertesi günün yerel yayınlarında benden söz edildiğini ve fotoğraflarımı görmek Bartın’daki olumsuzlukları bir an olsun unutturmuştu.

Heyecandan hüsrana ...

İstanbul’a döner dönmez Popüler Tarih’in Mayıs sayısını sabırsızlıkla beklemeye başladım. Dergiyi elime aldığımda ise, Paflagonia Projesi ile ilgili kitabımızın hala yayınlanamamış olmasından dolayı yaşadığım kırgınlığı bir kez daha derinden hissettim. Kuşkayası için yetkililer gereken ciddiyeti gösterebilir, restorasyon için resmi izinler alınır, yeni projeler hayata geçilirken bu kitabın basımıyla ve Padova’ya taşınmasıyla hepimiz için yeni ufuklar açılabilirdi. Olmadı. İtalyan dostlarımın yanına eski İstanbul elçisi ve Venedik Dükü muhteşem Gritti’yi anlatan bir çalışmamın yer aldığı böyle bir dergi ile gidebiliyor olmak da gurur verici idi elbet. Ama Ugo Silvello/ Emel Altan Ege imzalı İngilizce, İtalyanca, Türkçe, üç dilli ve bol görselli bir kitapla gitmek çok daha hoş olacaktı. Üstelik o kitabın adı; “İliada’nın İzinde Düşten Gerçeğe Paflagonia Projesi” idi.
Mayıs ayı benim için bir yığın olumsuzlukla boğuşma dönemi oldu. 13-24 Mayıs tarihlerinde Padova’ya yapılacak resmi ziyaret için davet almıştım almasına da, bu düşlediğim gibi bir ziyaret olamayacaktı kuşkusuz. On gün süren Padova Fuarı’nda 250.000 ziyaretçiyi çeken pavyonlardan birinde, Paflagonia Projesi hatırına Bartın için Padova Belediyesi tarafından bir stand tahsis edilmişti, üstelik de bedelsiz olarak. Burada, Veneto halkı için çok önem taşıyan ata topraklarının “Paflagonia”nın en iyi şekilde temsil edilmesi gerekirken, Bartınlıların bunu turistik geziye çevirmek istediklerini nereden bilebilirdim? Bir yıl öncesinde, Padova heyeti ile birlikte yaptığımız Bartın ziyaretinde tek tek belirleyerek fuara taşımaya karar aldığımız ürünlerin yerine bambaşka ürünler konmuştu kolilerin içine özensizce. Bu kez, İtalyan Kültür Merkezi ve Başkonsolosluktan dostlarım sayesinde sorunsuzca, özel olarak davet edilerek vizemi almış olmak sevindirici idi. Ama, böylesi önemli bir fuara bu şekilde katılıyor olmak içimi acıtıyordu. Sorunlar havaalanında başladı. 20 Kişilik heyette uyumsuzluk hemen göze çarpıyordu. Resmi heyette eşlerin de bulunuyor olması, ziyaretin “temsili”den çok “turistik” olduğu izlenimini güçlendiriyordu. Nitekim, öyle de oldu. Padova’ya tanıtım için değil de tatil için gidilmiş gibiydi. “Adet yerini bulsun” diye hazırlanan tanıtım CD’sinin kapağında “Çeşm-i Cihan” yazmak isterken “Eye of The Word” yazmışlardı, yani “kelimenin gözü”. Ne demekse...
Padova Fuarı son derece iyi organize edilmişti. Bize ayrılan stand yer olarak çok iyi konumdaydı. Uluslararası Kardeş Kentler standları tam karşımızdaydı. Açılış, Padova Belediye Başkanı ile diğer kardeş kentlerin belediye başkanlarının ve üst düzey yetkililerin katıldığı büyük bir şenlikle yapıldı. Her dilden simültane çevirinin yapılabildiği toplantı alanı hemen karşımızdayken bizden bir tek temsilci olmayışı şaşırtıcıydı. Paflagonia’nın tanıtımı için gidilen bir uluslararası fuara bir tek Türkiye haritasının bile götürülmemiş olması hayli düşündürücüydü. Paflagonia temsilcilerinin böylesi bir fırsatı bulmuşken Padovalı yetkililerle çeşitli toplantılara katılmak yerine, eşleri ile birlikte o şehirden bu şehre gezmeleri affedilir gibi değildi. Benim yanımda götürdüğüm Paflafonia Projesi kitap taslağı ile standımızı ziyarete gelen İtalyanlara, zaman zaman 35-40 dakika süren İtalyanca anlatımlarım, hatta bu anlatımlarımın arada TV kameraları tarafından fark edilerek kayda alınması ve yayınlanması bir fayda verdi mi bilemiyorum. Padova belediyesi, müzesi ve üniversitesinden temsilcilerle yaptığımız toplantının da bizim heyetin bir başka şehre yapacağı turistik gezi için, ciddi bir sonuca varılamadan alelacele tamamlanıp bitirilmesi gibi son derece düşündürücü olumsuzlukların yanı sıra Padova gazetelerinde ve TV’sinde bize yer verilmiş olması yine de önemliydi. Padova’da, Pierluigi ile Adriana’nın evinde geçirdiğim on bir günün ardından Paflagonia tanıtımı adına kayda değer hiçbir gelişme olmazken, ben harika dostluklar kazanmanın mutluluğunu ve keyfini yaşıyordum. Andrea Gritti ile ilgili olarak Popüler Tarih’te yayınlanan çalışmam tüm İtalyan dostlarımın ilgisini çekmişti. Özellikle, Livia’nın babası bir Venedikli olarak öyküsünü çok iyi bildiği bu dükün kocaman fotoğrafının bulunduğu sayfaya bakınca “ ne muhteşem, ne yakışıklı adam” diyerek düke hayranlığını dile getirirken, benim, bir Türk’ün onunla ilgili bir çalışma hazırlamış olmasından da mutluluk duyduğunu hissettiriyordu. Ama, kendime “yeni nesil Troialı” dediğim için koyu bir Akha taraftarı olarak benimle şakalaşmaktan da geri kalmıyordu.
Bir yandan fuarda yeni yeni dostluklar yaratıp eski (İtalyan) dostlarımla yakınlığımı artırırken Bartın’dan gelen resmi heyeti ve fuardaki başarısız tanıtımı açıkça eleştirmem “yeni nesil” Paflagonialılar’la ilişkimi noktalamaya yetti. Bundan böyle, onlarla birlikte hiçbir işe girişmeme kararımı çoktan vermiştim. Ama, Padova’dayken beni telefonla arayıp 27 Mayıs’taki televizyon programına davet eden Çanakkale Turizm ve Tanıtma Derneği başkanı Ahmet Kaşıkçı’yı kıramadım ve canlı yayına katılıp Paflagonia Projesi’nin dünü ve bugününü anlattım. Yüzümde on bir günlük zorlu deneyimin izleri, gözlerimde bu “anlamsız” başarısızlığın hüznü vardı. Saatler süren Venedik – Roma – İstanbul uçak yolculuğunun ardından altı saatlik otobüs yolculuğu beni hayli yormuştu. Yıllardır Bartın için tamamen gönüllü olarak, hiçbir karşılık beklemeksizin verdiğim onca emeğe, bunca çabaya karşın, onların böylesi duyarsız davranışları üzüntü yaratmıştı. Artık, Paflagonia’yı tümden unutmaya karar verdim. Ama, içim kan ağlıyordu, Venetolu İtalyan dostlarımı bir türlü unutamıyordum. Onlar da beni...
Eylül başında Çanakkale’de düzenlenen Troas Arkeoloji Buluşması’na katıldım. Bölgede yıllardır kazı çalışmalarını sürdürmekte olan uzmanlarla, en önemlisi de Korfmann’la yine birlikte olmak, son dönem verilerini onlardan dinlemek yeterince heyecan vericiydi. Etkinliğin son günü, her yıl yapılan veda partisine katılamadan oradan ayrıldım ve İtalya’dan gelecek misafirlerimi karşılamak üzere iskelede beklemeye başladım. Pierluigi ve Adriana Padova’dan kalkıp Çanakkale’ye beni görmeye geliyorlardı. Onlarla yine Troia’yı ziyaret ettik, Kaz Dağı’na çıktık. Sonra hep birlikte İstanbul’a dönüp birkaç gün şehirde turladık. Biz, Adriana ve Pierluigi ile birlikte unutulmaz anılarla dolu turlarımızı sürdürürken bu kez Ugo, Romano ve Fontaniva’nın yeni seçilen genç belediye başkanı İtalya’dan gelerek Bartın ve Amasra’ya doğru yola çıkmışlardı. Paflagonia Projesi’nin başından beri ekibin “bensiz” ilk yolculuğuydu bu. İçimde tarifi imkansız bir öfke, kırgınlık ve kızgınlık vardı. Padova’daki “anlamsız” başarısızlıklarını, Kuşkayası anıtı restorasyon izni için yapılabilecekleri yapmadıklarını, bana verdikleri sözleri yerine getirmediklerini yüzlerine haykırdığım için “günah keçisi” olmuştum. Artık, Paflagonia adını bile duymak istemiyordum. Ama, oradan dönüşlerinde İtalyan dostlarımı hiç olmazsa havaalanında görmeden edemedim. Kırgınlığım onlara değildi. Beni “yeni nesil” Paflagonialılar gücendirmişti. Öfkem, Paflagonia adına değil kendi adına artılar bekleyenlereydi.
Alanda İtalyan dostlarımla yarım saat kadar süren sohbetimizin ardından vedalaşırken, Romano ile Ekim’de yeniden buluşmak üzere sözleştik. Bu kez, 7 kişilik gurupla yapacakları ziyarette hedefimiz Troia idi. Onları yine alanda karşıladım, kiraladığımız minibüsle Çanakkale’ye doğru neşe içinde yola çıktık. Troia’dan sonra onları son derece büyüleyen Kaz Dağı’nı ve Assos’u da ziyaret ederek İstanbul’a döndük. Şimdi, Kasım’da Roma’dan gelecek yeni misafirlerim için hazırlıklar yapmam gerekiyordu. Çanakkale’nin İntepe’si ile kardeş olan Roma’nın Nemi’sinden Mart ayında Türkiye’ye gelen İtalyan dostlarımdan, ünlü tiyatro yönetmeni Giancarlo Nanni ve eşi idi bu kez misafirlerim. Teatro Vascello’nun İstanbul’da sergileyeceği Sophokles’in Le Trachinie (Trachis Kadınları) adlı oyunu için İstanbul’da kaldıkları süre içinde onlarla yine İstanbul’un “altını üstüne getirdik”.

Hayatım: “Venedik” ...

Artık, iyiden iyiye yorulmuştum. Bundan böyle projelerle “boğuşmak” yerine yeniden evime kapanıp yazılarımla baş başa kalmaktı en büyük dileğim. Yine sürekli okuyor, yazıyordum. Uzun zamandır ayrı kaldığım “Venedik”ime yeniden kavuşmuştum. Mutluydum, hem de çok mutlu...
2005’in Ocak ayında artık resmen bir “emekli” idim. Şimdi tüm zamanım “Venedik”in olacaktı. Tek dileğim, ölmeden önce kitabımı bitirebilmekti. Küçük kağıtlara aldığım notlar, defterler dolusu yazı, kesilip saklanmış haberler... artık bir düzen içinde bilgisayara geçirilmeli ve bu kitap tamamlanmalıydı. Elimdeki kaynakları taradıktan sonra okuma işine bir son verip tamamen yazmaya yoğunlaşmalıyım diye düşünürken, bir gün postadan bir paket geldi. Pierluigi bana yılbaşı hediyesi olarak yeni çıkan bir Venedik kitabını göndermişti; Elzeviro yayınlarından Veneziaenigma. Dünyalar benim oldu tabii... Muranolu köklü bir camcı aileden gelen genç araştırmacı - gezgin - gazeteci Alberto Toso Fei Venedik’in pek bilinmeyen, son derece ilginç öykülerine, efsanelerine yer vermişti kitabında. Benim için bu kitap tam anlamıyla bir “hazine” idi. Her şeyi bir kenara bırakıp kitaba “gömüldüm” doğal olarak. Ama, bölüm bölüm ilerledikçe bazı yanlışlar gözüme takılmaya başladı, notlar aldım. Sonra da bunları yazara ve yayınevine iletmeye karar verdim. Son derece dikkatli bir üslupla yazdığım e-mail mesajıma hemen yanıt almak beni çok şaşırttı. Yazar, hataları kabul ediyor, bazıları için de daha detaylı araştırma yapıp yeniden yazacağını bildiriyordu. Üstelik, benim gibi Venedik’i ve tarihini bu kadar iyi bilen birini tanımaktan çok mutlu olduğunu, tanışmak istediğini, yeni haberler beklediğini yazıyordu. Ben de ona Paflagonia Projesi’ni, San Teodoro ile ilgili yaptığım çalışmayı, Tetrarchs heykelinin İstanbul’da unutulan “tek” ayağının hikayesini anlattım. Tüm bunlar ilgisini öylesine çekti ki, ilk fırsatta İstanbul’a gelmek istediğini bildirdi. Artık, Venedik tarihini araştıran bir İtalyan partnerim daha olmuştu, hem de gerçek bir Venedikli. Birbirimizi Venedik hikayeleriyle zenginleştirmek üzere yazışmalarımızı sürdürmeye başladık.
Bu arada, Çanakkale’de özellikle Troia adına uluslararası çalışmalar yapmayı amaçlayan yeni bir sivil oluşum şekillenmeye başlamıştı. Troy International Center’in bir amacı da bölgedeki gelişmeleri izleyen Türkçe ve İngilizce bir dergi çıkarmaktı. O güne kadarki çabalarım nedeniyle bana da yazmamı teklif ettiklerinde yine havalara uçtum. Aynı dergide Korfmann’ın da yazacak olması beni sonsuz gururlandırmıştı. Üstelik, benim yazım diğer yazarlara ayrılandan çok daha fazla yer kaplayacak olduğu halde kabul görmüş, dahası ilk aşamada Korfmann’ın yazısı ile birlikte İngilizce tercümesi için İstanbul’a gönderilmişti. Ama, yine şanssızlık beni buldu. Başta sponsorluk için güvence verenler bir bir çekilmiş, dergi fikri de bizim yazılarla birlikte rafa kaldırılmıştı.
Derken bir gün, Ocak ayının son günü kapımın zili çaldı; gelen kurye bana kocaman bir zarf uzattı. İçinden Troy Çanakkale isimli bir dergi çıktı. İki dilli, uluslararası bir dergi çıkaramayacaklarına karar veren yöneticiler bu kez yerel bir dergi çıkartmaya başlamışlardı ve benim yazımı da burada kullanmak istediklerini belirtiyorlardı. Yazım derginin Mart ayındaki 3.sayısında yayınlandı. Ugo ile hazırladığımız kitabın metnini bir hayli kısaltarak onlara göndermiştim. Dergiyi hemen Ugo’ya da yolladım. Önce, Popüler Tarih Dergisi sonra üç dilli kitap hayali derken, Troy adı taşıyan bir dergide “İliada’nın İzinde Düşten Gerçeğe Paflagonia Projesi” yazısını ve fotoğrafları görmek dostumu yine de çok mutlu etmişti. Ben de mutluydum. Biraz buruk da olsam, mutluluktu bu hissettiğim.
2005 bana uğurlu gelmişti sanki. Padova’ya 2003 ve 2004’te yaptığım ziyaretlerde tanıştığım, Pietro Selvatico Sanat Enstitüsü müdiresi ile sanat tarihi öğretmeninin bana yeni bir Türk-İtalyan ortak projesi öneren e-mail mesajını alınca “kendi kabuğuma çekilme” kararımı unutuverdim. İstanbul’dan bir sanat okulu ile “kahve” temalı bir proje gerçekleştirmek ve bu konuda benden yardım almak istiyorlardı. Kanım birden “yeniden” kaynamaya başladı. Yorgunluklarımı, kırgınlıklarımı, küskünlüklerimi bir kenara bırakıp arayışlara başladım. Bir yandan da yapılabilecekler üzerine hayaller kuruyordum. İstanbul ve Venedik... kahvenin serüveni... ilginç öyküler derken kafamda yazılar ve projenin detayları şekillenmeye başlamıştı bile. Önce, Kadıköy Anadolu meslek Lisesi ile bağlantı kurdum. Sonra da, Kurukahveci Mehmet Efendi ile. Firma yetkilisi önce (bir eczacı olduğum için) beni pek ciddiye almaz gibi görünse de, kısa bir sohbetin ardından Venedik’in kafelerini, kahvenin serüvenini çok iyi bildiğimi fark edip bir de İtalyanca konuştuğumu ve pek çok kez Venedik’e gittiğimi duyunca, henüz tam olarak şekillenmemiş proje için kahve ve kahve makineleri vererek sponsor olmaya söz veriverdi. Lisede, bu proje için nasıl bir katkı verebileceğimizi, projede nasıl yer alabileceğimizi kararlaştırmak için toplantılara başladık. Padova-İstanbul arası yazışma trafiğinin merkezinde yine ben vardım. Ama, resmi kurumlarla çalışmanın zorluklarını artık iyice öğrenmiş olduğumdan çekingenliği tam olarak üzerimden atamadım.
Aynı günlerde Yapı Kredi Yayıncılık’ın çıkardığı Gold Style Dergisi’nden kendilerine gönderdiğim yazılardan 2002 Nisan tarihli “Kor Kızılı Yazlar”ın yayınlanmak üzere seçildiği haberini aldım. Emin’in fotoğraflarıyla birlikte onca zamandır “tozlu” raflarda bekleyen bir dosya daha nihayet okurlarla buluşabilecekti. Mayıs’ta kendi yazılarımdan oluşan arşivime bir dergi daha katıldı.
Galiba şansım açılmaya başladı, diye düşünüyordum ki, bir sabah erkenden telefon sesiyle uyandım. Arayan, Cam Ocağı’ndaki arkadaşım Filiz’di. Venedik’ten gelen Muranolu camcı Davide Salvadore’nin İstanbul’daki çalışmaları süresince benden yardım istiyordu. Hiç düşünmeden kabul ettim. Venedik yine bana ne sürprizler hazırlıyordu acaba?


4 Haziran 2005 günü gerçekleşecek “1200*C Sıcaklıkta Kontrbas” isimli etkinlik için çalışmalara başladık. Davide, ünlü ressam İsmail Acar’ın cam vazolar üzerine çizdiği desenleri özel bir teknikle ölümsüzleştirirken harıl harıl yanmakta olan ocağın karşısında ter döken biri daha vardı; Kontrbas adlı tek kişilik oyununu sergileyen tiyatro sanatçısı Metin Belgin. İsmail Acar, kontrbas ve kontrbasçı, padişah ve sultan, eski İstanbul silueti önünde “felze”li tekne ve İznik çinilerinin vazgeçilmezi kırmızı karanfilleri Davide için cam vazolar üzerine resmettikten hemen sonra Bienal’le eş zamanlı sergi açmak üzere Venedik’e uçmuştu.
Bu bağlantı, kafamda yeni bir yazı şekillendirecek gibiydi. Venedik ve İstanbul... Her buluşma beni bir kez daha “Venedik”e taşıyordu. Davide ile bir dinlenme anında sohbete daldık. Ona okumakta olduğum kitabımdan, Veneziaenigma’dan ve Alberto’dan söz ettim. İnanılır gibi değil! Davide Alberto’yu çok eskilerden beri tanıyordu, dahası çok da yakın arkadaşıydı. O da, köklü bir Muranolu camcı aileden geliyordu. Alberto ile yazıştığımızı söyleyince hemen telefona sarıldı, ona bu müthiş buluşmayı bildirmek istiyordu. Alberto gibi bu inanılmaz buluşmayı hayretler içinde izleyen biri daha vardı; Venedikli köklü bir fırıncı aileye mensup olan Pierluigi. “Sana bir kitap gönderdim, sen ne ilişkiler geliştirdin. İnanılmazsın Emel!” diyordu mesajında. Yaşadıklarıma gerçekten ben de inanamıyordum. Sanki sihirli bir el beni alıyor ve “Venedik”e doğru yönlendiriyordu. Ben, bir an önce Venedik’le ilgili araştırmalarımdan bir kitap oluşturmaya çabaladıkça “Venedik” benim hayatımı romana çeviriyordu sanki. “Neden Venedik?” diye başladığım giriş yazısı neredeyse küçük bir öykü kitabına dönüştü. Ve ne ilginçtir; yazdıklarımın hepsi de gerçekti.
Artık noktayı koymalı, “Benim Venedik’im” i anlatan kitabıma başlamalıyım diye düşünürken posta kutumda bulduğum bir davetiye beni yine “Venedik” e götürdü. Bu kez, İtalyan Kültür Merkezi beni, Venedik-Muranolu ustalarla Türk cam sanatçılarını Dolmabahçe Sarayı’ndaki Camlı Köşk’te buluşturan “Camda Sanatsal Yansımalar” sergisinin açılış törenine davet ediyordu. Geçen yıl, yine İtalyan Kültür Merkezi’nin davetiyle aynı sarayda katıldığım Fausto Zonaro sergisinde yaşadığım heyecan, orada bulunmaktan dolayı duyduğum gurur bu kez kat be kat fazlasıyla kaplamıştı tüm benliğimi. Alberto’nun mensubu olduğu Toso ailesinin atölyelerinden getirilen eserleri de görünce, “ Venedik’te İstanbul, İstanbul’da Venedik ... Sanatsal Yansımalar” yazımı kafamda çoktan oluşturmuştum bile. Büyük Kanal kıyısındaki en geniş yapı olan Fondaco dei Turchi’nin kemerli pencerelerinden İsmail Acar’ın çizgileriyle suya yansıyan padişah ve hanım sultan portrelerini, İstanbul Boğazı’nın belki de en güzel yerinde tüm ihtişamıyla yükselen Dolmabahçe Sarayı’ndaki Murano camlarını, bir Venedikli, iki Türk sanatçıyı buluşturan Cam Ocağı etkinliğini, Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil eden Hüseyin Çağlayan’ın, yine Büyük Kanal’a doğru uzanan etkinlik afişini anlatan yazıma şöyle başladım:
“ Venedik ve İstanbul... Tarihleri boyunca sıklıkla çatışan ama asla birbirinden ayrı kalamayan ‘düşman kardeşler’ misali, her dönem çekici, yaratıcı, sürprizlerle dolu benzerlikleriyle şaşkınlık yaratan iki güzel kent. Biri ‘Adriyatik’in İncisi’, diğeri ‘Akdeniz’in Kraliçesi’. Büyük Kanal (Canale Grande) ve İstanbul Boğazı; iki kıyısında yer alan yüzlerce yıllık ihtişamlı yapılarla hayranlık uyandıran, dünyanın en güzel iki ‘su’ yolu. Şimdi, günün farklı saatlerinde bu iki kentin sarıdan kızıla, maviden yeşile, turkuvazdan laciverde dönüşen sularında her zamankinden farklı yansımalar var. Venedik’te İstanbul’un, İstanbul’da Venedik’in sanatsal yansımaları...”.
Yazım hemen kabul edildi ve 26 haziran 2005’te Radikal İKİ’de yayınlandı. Yine mutluktan uçuyordum.

Venedik, hayatıma ilk kez 1974’ün Ağustos’unda girmişti. Şimdi, 2005’in Temmuz’u. O zaman, henüz 16 yaşındaydım. Bu ayın 19’unda 48 olacağım. “Hayatım: Venedik” demekte haksız mıyım?

Emel ALTAN EGE

5 Temmuz 2005 Salı
(Venedik’i düşlerken İstanbul’da)


Artık Venedik’i anlatmaya başlayabilirim.....


“ İNSANLARLA TANRISAL ŞEYLERİ KARIŞTIRMAK VE BÖYLECE ŞEHİRLERİN BAŞLANGIÇLARINA BİR DEĞER KATMAK ESKİ İNSANLARIN İMTİYAZLARINDANDIR.”
TİTUS LİVİUS ( ROMA TARİHİ)

İsa’nın doğumundan birkaç bin yıl önce yaşandığı var sayılan Nuh Tufanı’nın ardından sular yavaş yavaş çekilmeye, karalar ortaya çıkmaya başlarken Alpler’in eteklerinden çağıldayan nehirler - Padus (Po), Athesis (Adige), Medoacus (Brenta), Piavis (Piave), Liquenti (Livenza), Tiliaventus (Tagliamento) – kendilerine yol bulmaya çalışarak aşağılara, Adriyatik’e doğru hızla akmaya koyuldular ve önlerine kattıkları çalı çırpı, ağaç gövdesi, balçık kütleleri, her ne varsa denize taşıdılar. Bunlar, zaman içinde denizle kara arasında bir set oluşturmaya başladı. Sonra da, şiddetli rüzgarın ve farklı akıntıların etkisiyle belli noktalarda toplanıp, kıyıdan fazla uzak olmayan adacıklara dönüştü. Alüvyonlarla sürekli beslenen bu yığınlar artık, Adriyatik’in zaman zaman hırçınlaşan dalgalarına karşı koyabilecek kadar güçlü bir yapıya kavuştu ve bu muhteşem lagünü yarattı: VENEDİK LAGÜNÜ...
O zamanlar, buranın henüz böyle bir adı yoktu. Lagün, son derece ıssız, bol tuzlu ve ortalama derinliği 60-70 cm.yi geçmeyen sığ deniz suyuyla kaplı, göz alabildiğine bataklık ve sazlık bir bölgeydi. Sadece üç noktadan – şimdiki adıyla Malamocco, Chioggia ve San Nicolo boğazlarından – deniz sularının geçişine izin veren, kum tepeciklerinden oluşmuş ince bir kara parçasıyla Adriyatik’in azgın dalgalarına kapanmıştı. Bu sayede oldukça korunaklı olduğundan sıklıkla su kuşlarının akınına uğruyor, envai çeşitte balık ve deniz canlısı için de vazgeçilmez bir sığınak oluyordu.
Aynı dönemlerde, sahilden birkaç yüz kilometre uzaktaki Alpler’in eteklerinde yemyeşil ormanlarla çevrili irili ufaklı yüzlerce göl, yaban keçisi avcılarının uğrak yeri olmuştu. Bu göllerden – şimdiki adıyla Terlago, Ledro, Calbricon, Lagorai, Buse gibi – birçoğunda keşfedilen kamp bölgelerinde hala binlerce yılın izi barınmaktadır. Bazı ilkel aletler ve cilalı çakıl taşlarının yanı sıra özellikle Ledro Gölü içinde bulunan ve İ.Ö. 2000 yılına tarihlenen ahşap kazıklar günümüze kadar ulaşmıştır. Bu bize, vahşi hayvanların saldırısından korunmak için göllerin içine çaktıkları kazıklar üzerine inşa ettikleri ahşaptan kamp kulübelerinde yılın belli dönemlerinde bu bölgede avlanmaya gelen insanların varlığını düşündürmektedir. Evlerden hiçbir iz kalmamış olsa da, dört bin yıldan beri göl suları içinde çürümeden kalabilmiş olan bu kazıklar, Venedik evlerindeki temel kazıklarının mantığını net biçimde açıklamaktadır.
Yaz aylarında ısının artmasıyla birlikte suları büyük ölçüde buharlaşan lagün devasa bir tuzlaya dönüşüyordu. Bu dönemlerde, lagünü çevreleyen anakarada yerleşmiş olan insanlar, dağlarda avladıkları hayvanların etlerini uzun süre bozulmadan koruyabilecekleri tuzu toplamak, çeşit çeşit balık, deniz canlısı ve su kuşu avlamak için büyük ihtimalle altı düz tekneleriyle lagüne geliyorlardı. Pek çok zorlukları olsa da, bu bölgede yaşam, yüzyıllarca bu düzen içinde sürmüş olmalı; kışın Alpler’in etekleriyle Adriyatik’in arasında uzayıp giden yemyeşil vadilerde kara insanı gibi, yazları lagündeki adacıklarda su kuşları gibi...
Peki, kimdi bu insanlar ? Nereden ve ne zaman gelip bu bölgeye yerleşmişlerdi ? Bu konuda henüz net bir bilgimiz yok. O yüzden şimdi biraz efsanelere, biraz da tarihçilerin iddialarına göz atalım:
Birçok tarihçinin üzerinde fikir birliğine vardığı temel kanı, ( şimdiki)Veneto bölgesi halkının atalarının İlliryalı Hint-Avrupalılar olduğudur. İllirya, Tuna Vadisi ile Adriyatik’in doğu sahili boyunca uzanan ve birçok kabilenin yaşadığı bir bölgedir. Tarihçi Appianos’un aktardığı bir efsaneye göre, Deniz Tanrıçası Galateia’nın üç oğlundan birinin adı İllyrius idi. Sicilya’dan göç eden İllyrius, kendi adıyla anılmaya başlayan bu topraklarda yine kendi adıyla anılan halkı yönetmişti. Trakyalılar ile komşu olan İlliryalılar birçok kabile ve kabile guruplarından oluşmaktaydı. İşte bu kabilelerden birinin, Veneto bölgesi halkının ataları sayılan Venetler ( farklı kaynaklarda Henetler ve Enetler olarak da anılırlar) olduğu düşünülmektedir.
Tartışmalar araştırmalarla birlikte sürüyor olsa da, İlliryalılar’ın da, Trakyalılar’ın da bir Hint-Avrupa dili konuştukları savı ağırlıklı kabul görmektedir.

DEVAM EDECEK...........................................................................................................