*** VENEDİK ***
Kitap için isim seçenekleri:
*BENİM VENEDİK’İM
*BİZANS’IN UZAK KENTİ; VENEDİK
*BÜYÜLÜ KENT VENEDİK
*BİTMEYEN BİR MASAL; VENEDİK
*DÜŞLER KENTİ VENEDİK
*IŞIĞIN SULARLA DANSI
*TUTKUNUN PEŞİNDE: VENEDİK
“ Bana Venedik’i ilk kez yaşatan BABAMA, hep yaşatan KOCAMA, desteği
ile her
zaman yanımda ve arkamda olan KARDEŞİME ...”
BAŞLARKEN ...
NEDEN VENEDİK ?
İtalya’yı ilk kez 1974’ün Ağustos’unda tanıdım. Sabahın erken saatlerinde,
bir ay sürecek Avrupa turumuzun üçüncü durağı Ljubljana’dan yola
çıkıp sınırı geçtikten sonra,yemyeşil ormanlarla çevrili dağ yolundan
kıvrıla kıvrıla Trieste’ye inerken bu ülkeyi seveceğimi ilk kez
yüreğimde hissetmiştim. Tronchetto’da arabayı otoparka bırakıp “vaporetto”
ile Büyük Kanal’a girdiğimizde, Venedik büyüsü çoktan içimi kaplamıştı
bile.
San Marco’da meydanı çevreleyen saraylar, kilise, kule, kafeler,
labirent misali kanallarda yalpalaya yalpalaya ilerleyen gondollar
... Hepsi bir masal kitabının harikulade çizgileriydi sanki. Orkestralar
birbiri ardına romantik parçalar çalıyor, büyüleyici ezgiler tüm
meydanı sarıyordu. Günün yorgunluğunu atmak isteyen, özenli giyimli,
her yaştan, her milletten insan meydandaki kafeleri doldurmuş, bir
yandan müziğe kulak verirken keyifle içkilerini yudumluyordu. Gülümseyen
yüzlerinde bu muhteşem dekorun bir parçası olmanın hazzı ve mutluluğu
vardı.
Yıllar sonra, 1990’da bu kez Temmuz ayında, farklı bir noktadan,
Punto Sabbione’den oldukça büyük bir tekneyle çıktık yola. Uzaktan
Venedik silueti henüz görünmüştü ki, hemen yanımızda limandan yeni
demir almış son derece lüks, kocaman bir yolcu gemisi beliriverdi.
Tüm yolcular bu büyülü kente, Venedik’e son bir kez bakıp el sallıyor,
(bence) hüzünle veda ediyorlardı. Bizler, o geminin yanında fındık
kabuğu gibi kalan teknemizden onları izliyorduk. Bir an, kendimi
Fellini’nin Amarcord’unda, sandallarına atlayıp dev transatlantiği
görmek için denize açılan ve o anın coşkusuyla göz yaşlarına boğulup,
heyecandan ne yapacağını şaşırmış, çığlıklar atan insanların arasında
hayal ettim. Hoş bir duyguydu. Sağımda Venedik’in büyülü Ortaçağ
görüntüsü, solumda modern Newyork gökdelenleri gibi yükselen devasa
gemi. Bir yanda geçmişten yansıyan akıl almaz bir ihtişamın hoş
kızıllığı, öte yanda haşmetli görüntüsüyle lagünü kaplayan beyaz
dev.
O duygularla San Marco’ya indim. Koskoca on altı yıl içine bir şeylerin
değişmiş olacağını sanıyordum. Oysa her şey yerli yerinde, hiç bozulmadan,
güzelliğinden ve özelliğinden hiçbir şey yitirmeksizin öylece duruyordu.
Sanki sihirli bir el zamanı durdurmuştu. Orkestralar yine aynı yerlere
kurulmuş, aynı nameleri çalıyordu. Bu kez tam anlamıyla “tutuldum”
bu masal kentine. Daha bir heyecanla, daha bir merakla dolaşmaya
başladım daracık sokaklarında. Yüzlerce yıldan beri öylece korunabilmiş
bir güzelliğin on altı yıl gibi kısacık bir zaman diliminde değişebileceğini
düşünmekle haksızlık etmiştim elbet. Ama İstanbul gibi Venedik’ten
hiç de aşağı kalmayan değerlere ve güzelliklere sahip bir metropolde
bir ay önce geçtiğimiz parke taşlı hoş bir sokağın hayran olduğumuz
bir ahşap konağını, yerine çok yakışan bir heykeli, asırlık ağaçlarla
donanmış bir bahçeyi bir daha bulamama şokuna alışan bizler için,
aradan geçen bu zaman uzun bir süre sayılabilirdi. Oysa Venedik
çok farklıydı. Artık bunu net olarak anlamıştım: Venedik’te zaman
Ortaçağ’da donmuştu.
Anılar canlanıyor ...
Hafızamın biraz güçlü olmasının da sağladığı avantajla 1974’de
kaldığımız oteli, kolej mezuniyet töreni için minik bir işlemeli
gece çantası aldığım dükkanı ( aynı çantadan bir tane hala o vitrinde
duruyordu), biraz serinlemek için tam 3000 liret ödeyerek ( o kadar
çok “kağıt” parayı bir bardak limonataya vermek beni çok şaşırtmıştı.
3000 TL o gün için çok büyük bir paraydı ve Liret TL karşısında
çok değersizdi, bunu biliyordum ama ilk kez yurtdışına çıktığım
için o 3000’i kafamda bir türlü oturtamamıştım) bir bardak buz gibi
limonata içtiğim büfeyi yerlerinde bulunca, Venedik aşkı iyiden
iyiye yerleşti artık içime. Kendi kendime karar verdim: Bundan böyle,
yeterli param olduğu sürece tatillerimin değişmez adresi burası
olacaktı.
Oldu da. Yaz kış, ne zaman imkan bulduysam, dayanılmaz bir istekle,
heyecan ve sevinçle koştum buraya. Kimi zaman 45-46 saatlik zorlu
otobüs yolculuklarına katlanarak, kimi zaman 2 saatlik uçak yolculuklarının
keyfini yaşayarak. İçimde, bu büyülü kenti daha derinlemesine, daha
bilinçli tanımanın sonsuz arzusuyla 1990’dan itibaren dokümanları
biriktirmeye başladım.Venedik konusunda elime geçen her kitabı,
her broşürü, dergilerdeki her resim altı yazısını bile yutarcasına
okudum. Konusunun Venedik’te geçtiğini öğrendiğim ve erişebildiğim
her filmi izlemeye, her kitabı almaya başladım. Arşivim süratle
zenginleşiyordu. Her bir sarayın öyküsünü, her bir yapıtın yaratıcısını
öğrenmeye çabaladım. Öğrendiklerimi küçük notlara döküp saklıyordum.
Notlarla baş edemez hale gelince, 1996’dan itibaren defterler dolusu
yazmaya başladım. Sürekli okuyor, bıkıp usanmadan yazıyordum. Yeni
yeni bilgilere ulaştıkça, “sil baştan” yeni defterlere aktarıyordum
bunları. Yazdıkça ezberlemeye başladım öğrendiklerimi. Masam, odam,
evim “Venedik”le dolup taşmaya başladı. Her yeni güne Venedik’le
başlıyordum. Hayatımın anlamı, amacı hep Venedik olmuştu. Venedik’le
ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. Öğrendikçe açlığım artıyordu.
Hep daha fazla, hep daha fazla isterken bulabildiğim Türkçe ve İngilizce
kaynakların bana yetmediğini düşünmeye başladım. Tek çarem; kırkıma
yaklaşırken İtalyanca öğrenmekti. Denemeye karar verdim. Öğrenmenin
zevki tüm benliğimi kaplamıştı. O koskoca dört yılın nasıl geçtiğini
anlayamadan yeni tanıştığım bu dilde araştırmalarımı derinleştirdim.
Venedik bana yepyeni ufuklar açıyordu. Kuruluşundan bugüne, gün
be gün “Venedik”i yaşamaya başladım, sonsuz bir keyifle...
Yazıyla fotoğrafın buluşması...
İşte bu yıllarda Venedik tutkusu, fotoğrafı yaşamının merkezine
oturtmuş olan kardeşimle beni birbirimize kilitledi. Kimi zaman
birlikte, kimi zaman ayrı ayrı yaptığımız Venedik yolculuklarında
ortak bir ürün yaratmak için çalışmaya başladık; Birlikte bir dia
gösterisi hazırlayacaktık. 1997-1998 arası gösterinin metinlerini
yazmaya başladım. Önceleri sade ve sadece kendimi bilgilendirmek
amacıyla okuduklarımdan aldığım kısa notların, zaman içinde hoş
metinlere dönüştüğünü fark ettikçe daha bir coşkuyla yazmaya koyuldum.
Defterime “ 25 Mart 421 Cuma günü, akşamüstü, bu zemini çamurlu,
sazlıklarla kaplı, suları tuzlu, yaşanması neredeyse imkansız bölgeye
sığınıp, kulübelerini kondurmak için ilk kazığı çaktıklarında, burada
1100 yıl hüküm sürecek güçlü bir devletin temellerini attıklarından
habersizdiler. Muhteşem bir akıl gücü ile korkunun karışımına dayanan
varoluşlarının izlerini hiç değişmeden bugünlere taşıyabileceklerinden
de ...” diye not düşerken, henüz ben de bilmiyordum bu tutkunun
beni nerelere taşıyacağını.
Venedik’i adım adım dolaşıp tanımaya çalışırken Lido’da, yaz sonlarında
Adriyatik’in hırçın dalgalarına boyun eğen uçsuz bucaksız kumsallarda,
Hotel des Bain’de Thomas Mann’ı yaşadım. Murano’da camın binlerce
yıllık öyküsünü, Arsenale’de Dante’yi, Çan Kulesi’nde Goethe’yi,
La Pieta’da Vivaldi’yi, Saray’da Marino Faliero’dan Francesco Foscari’ye,
Enrico Dandalo’dan Andrea Gritti’ye şaşırtıcı hikayeleriyle onlarca
dükü, Büyük Kanal boyunca sıralanmış, birbirinden ihtişamlı yüzlerce
yapıyı ve daha nicelerini yeniden keşfettim. Tarih içinde tarifsiz
bir keyifle yol alırken, bir Venediklinin günlük yaşamını, Venedik’te
yaşamanın farklılıklarını gözlemledim.
Gösteri için o kadar çok metin hazırladım ki, sayfalar doldu. Bunlarla
ilk dergi yazılarımı da oluşturdum. Aylar boyunca, her gün Emin’in
Venedik’te çekmiş olduğu binlerce fotoğraftan ayıklayabildiğim birkaç
yüz tanesini önüme alıp konulara göre guruplayarak, kuruluşundan
bugüne Venedik’i anlatan kısa yazılar yazdım. Akşamları, ikimiz
birlikte Vivaldi CD’leri dinleyerek gösteriye en uygun müziği arıyorduk.
Sonunda “Dört Mevsim” de karar kıldık; C Majör flüt konçertosunu
seçtik. Bunu gösteri boyunca tekrarlayarak Venedik’in değişmezliğini
vurgulayacaktık. “Emin’in Venedik”i sulardaki yansımalarda görüntülenmişti
çoğunlukla. Bu da zaman kavramını yok etmeye yetiyordu. “ Işığın
sularla dansı geçmişle günceli, rüyayla gerçeği ayıran çizgiyi dalga
dalga yok ediyor” diye yazıverdim, kanaldaki sulara yağlı boya tablo
güzelliğinde yansıyan yüzlerce yıllık yapıları Vivaldi eşliğinde
beyaz perdede izlerken. Siyah beyaz gondol fotoğraflarına en çok
Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’de yazdığı şu satırların uygun olacağını
düşündüm: “İlk kez ya da uzun bir aradan sonra yeniden bir Venedik
gondoluna binip de geçici bir ürpermeyi, gizli bir korku ve duraksamayı
yenmeye çalışmamış biri var mıdır? Baladlar devrinden hiçbir değişime
uğramadan bugünlere gelmiş ve yalnızca tabutlarda görülen siyahlığıyla
bu garip taşıt, şıpırtılı gecelerin suskun ve suçlu serüvenlerini
hatırlatır. Ve daha da fazlasını, ölümün kendisini, tabut altlığını,
gamlı cenaze alayını, son ve sessiz yolculuğu hatırlatır”.
Gösterinin finalinde mutlaka Karnaval olmalı diye düşünüyordum.
Birbirinden çarpıcı maske dialarını elime aldım. “ Bir Venedikli,
günlük yaşamını hep bu tiyatro dekorunu andıran yüzlerce yıllık
yapılar arasında geçirir. On günlük Karnaval süresince kostümler
giyip maskeler takmak, sahnedeki tek eksiği gidermekten başka bir
şey değildir ...” “Karnaval boyunca maskelerinin ardına gizlenerek
doyasıya yaşayan bu insanları ne şubatın soğuğu, ne de günün yorgunluğu
durduramaz. Eğlenceyi sona erdirebilecek tek şey, Büyük Perhiz’in
başladığını ilan eden çan sesleridir. Meydan yavaş yavaş boşalmaya
başlar. Dekor ise yüz yıllardır olduğu gibi, olduğu yerde durmaya
devam eder. Sabah ayazında minik minik dalgalar Molo’nun basamaklarında
bir gidip bir gelirken, Venedik kış sabahlarının büyülü sessizliğine
yeniden bürünür”, cümleleriyle gösteriyi tamamladım.
Emin ile birlikte yıllar süren fotoğraf ve yazı derleme çalışmaları,
aylar süren düzenleme çabaları “ Deneysel Bir Gösteri: Düşler Kenti
Venedik” adıyla gerçekten içimize sinen, son derece özenli bir dia
gösterisine dönüşmüştü. Bu gösteriyle 1998 Ekim’inde, İFSAK 14.
İstanbul Fotoğraf Günleri’ne katılıp çok ses getiren bir birincilik
kazandık. Dia gösterilerine farklı bir yorum getirdiğimiz konuşuluyordu
ve her gösterimden sonra övgü dolu sözler işitiyorduk. Gösteriyi
İstanbul’da pek çok mekanda sunduktan sonra, Türkiye’nin farklı
şehirlerinden davetler aldık. Her seferinde izleyenlerin büyülendiklerini
ifade etmeleri, bitmeyen alkışlar, hayran bakışlar bizi son derece
mutlu kılıyordu. Bu başarı öylesine itici bir güç olmuştu ki bizim
için, ben yazdıkça yazıyordum, Emin kendisine dünyanın dört bir
yanından ödüller ve madalyalar kazandıran Venedik fotoğraflarına
yenilerini ekliyordu.
Hayat kırkında başlar, derler.
Doğruymuş meğer ...
40. yaşımda Venedik, hayatımı tümden değiştirmişti. 1998’in sonunda
yıllarımı verdiğim mesleğime tam olarak veda etmiştim. Bundan böyle,
benim için sadece “Venedik” olacaktı. Sürekli okuyup aldığım notları
yeniden düzenleyerek, bilmem kaçıncı kez, defterler dolusu yazdım.
Bu çabalar, artık kendini bilgilendirme aşamasının çok ötesine geçmiş,
bir kitaba dönüşmeye başlamıştı. Ama öğrendikçe kendimi daha yetersiz
buluyor, daha fazla bilgiye ulaşmak için sabırla ve inatla çalışıyordum.
Elbette ki Venedik’i tek başına ele almak olanaksızdı. Binlerce
yıllık tarihinde dünyadaki yeri de vurgulanmalıydı. Bunun için İstanbul’a
yöneldim. Uzun bir dönem İstanbul üzerine okudum. Doğal olarak Bizans
döneminden Roma’ya uzanmam gerekti. Diğer İtalyan şehir devletlerine
yoğunlaştım. Sonra, yolum Troia’ya çıktı. Homeros’la bir kez daha
karşılaştım. Venedik, ufkumu açtıkça açıyordu, oradan oraya uçarcasına
dolaşmaktan öylesine hoşnuttum ki ... Günler, aylar hatta yıllar
nasıl geçti anlayamadım.
İlk dergi yazılarım yayımlanmaya başlamıştı. Emin’in fotoğrafları
ile birlikte sunduğum çalışmaların beğenildiğini somut biçimde anlamam
ilginç bir tesadüfle ortaya çıktı. Bir gün, Pazar günleri genelde
yaptığım gibi Kadıköy’deki eski kitap tezgahlarını dolaşırken çalışmalarımızın
yer aldığı dergilerin bazı sayılarına rastladım. Açıp baktığımda
ise, bize ayrılan sayfaların kesilip alındığını fark ettim. Demek,
birileri bu yazıları ve fotoğrafları beğenmiş, saklamaya değer bulmuştu.
Dergiyi bütün olarak saklamak benim daha çok tercih ettiğim bir
yoldur, ama yine de yazdıklarımın birilerinin arşivinde kalacağını
bilmek beni çok mutlu etmişti. İşin ilginci, ilk olarak, dia gösterisinin
metinlerini hazırlarken taslağını yazdığım “Karnaval” yazımdan önce,
“Benim Firenze’m” başlıklı yazımın basılmasıydı. “Remo, Ferro, Forcola”,
“Kara Ölümün Ardından; Redentore” derken, Emin’in fotoğraf serüvenine
dahil olup, dünyanın farklı köşelerini, Kamboçya ve Küba’yı yazdım.
Bunlar Voyager, Marie Clair Maison gibi aylık dergilerde yayınlandığında,
bir İtalyan dostumuzun Venedik tutkumu anlayarak bana hediye ettiği
abonelik sayesinde tanıştığım ünlü İtalyan dergisi Bell’Italia’ya
gönderdiğim İtalyanca bir araştırma yazımın da yayınlanmasıyla sevinçten
havalara uçtum. Venedik’in unutulmuş ilk koruyucu azizi San Teodoro
üzerine yazdıklarımın ilgi uyandırdığı, sonraki sayılarda okuyuculardan
gelen mektuplardan anlaşılıyordu.
İstanbul’daki İtalyan Kültür Merkezi’nde Venedik dia gösterimizin
sunulacağını ilan eden broşürde yer alan kelimeler, o an bulunduğumuz
noktayı çok güzel ifade ediyordu: “ İki kardeş, ikisi de yaş kemale
erdikten sonra tutkuları ile yaşamayı seçtiler. Emel, genel olarak
İtalya ve özel olarak Venedik üzerine araştırmalarını yoğunlaştırdı.
Emin, sinema dilinin zenginliğini saydam (dia) gösterilerine taşıma
arayışı içinde fotoğraf çalışmalarını sürdürüyor”.
İstanbul’dan sonra, Selanik İtalyan Kültür Merkezi ile Selanik Fotoğraf
Merkezi’nin Venedik Karnavalı temasıyla, birlikte organize ettiği
“ El Carneval El Va” isimli etkinlik için Selanik’e davet edildik.
“Deneysel Bir Çalışma; Düşler Kenti Venedik”i açılış gösterisi olarak
sunduk. Kostüm ve maskelerimizle katıldığımız karnaval balosunda
Selanik’te yaşayan İtalyanlarla sohbet ederken kendimi Venedik’teymiş
gibi hissettim. Türk, İtalyan ve Yunan sanatçılarla birlikte Emin’in
Karnaval fotoğraflarının da yer aldığı ortak serginin tanıtım kitapçığının
ilk sayfasında “ Il passato e il presente, il sogno e la realta,
l’uno dentro l’altro ... Emel Ege” yazıyordu. Bu ilk yurt dışı deneyimi
beni müthiş gururlandırdı. Bir sonraki adımda, gösteriyi Venedik’te
sunmak Emin’le paylaştığımız en büyük hayalimizdi. Venetolu bir
İtalyan dostumun, gösteriyi izledikten sonra “ bize yıllardır yaşadığımız
bir kenti öylesine güzel, öylesine farklı anlatmışsınız ki, Venedik’e
hayran olduk” demesi cesaretimizi artırdı. Bir gün mutlaka, bu gösteriyi
Venedik’te tekrarlayıp, Venedik’i Venediklilere iki yabancının gözüyle
bir kez daha anlatmalıydık. Bir gün mutlaka ...
Yıllar içinde, dağarcığımda biriktirdiklerimi farklı kişilerle paylaşıyor
olmak ve beğenilip takdir edilmek, elbette ki her insan gibi beni
de çok mutlu ediyordu. Yazdıklarımı okuyan bir kitle vardı. Ayrıca,
dia gösterileri esnasında izleyicilerin sorularına cevap vermek,
onlarla birebir iletişim kurmak da çok hoşuma gidiyordu. Ama ben
daha da fazlasını istiyordum. Artık, daha önce hiç yapmadığım bir
şeyi başarmış, geniş kitleler önünde, sahnede bütün gözler üzerimdeyken
rahatlıkla kendimi ifade edebilir konuma gelmiştim. Gösterilerden
önce, sunumlarımı İtalyanca olarak da yapmaya başlamıştım. Öğrendiklerimi,
gerçek Venedik dekorunda insanlarla yüz yüze konuşarak paylaşmak,
onlara buralarda yaşanmış ilginç hikayeleri anlatmak, en önemlisi
de doğru bilgiler sunmak için Venedik’e tur götüren acentalarla
görüşmelere başladım. Bu sayede, bir yandan İtalya’ya, Venedik’e
daha çok gidebilecektim, öte yandan belleğimde birikenleri paylaşabileceğim
kitlelerle iletişimim artacaktı.
Nedim Gürsel’le de bu dönemde tanıştım. Yeni basılan romanı Resimli
Dünya’yı piyasa çıktığı gün almış, sabaha kadar bir solukta okumuştum.
Romanın kahramanı Kamil Uzman’la sokak sokak gezmiştim Venedik’i
gece boyunca. O uykusuz Venedik gecesinin ardından müthiş bir sürpriz
beni bekliyordu. Tarih Vakfı, daha önce Boğazkesen romanında yaptığını
şimdi Resimli Dünya’da tekrarlamak istiyordu. Yani, romanın yazarı
ile romanın geçtiği mekanda ilginç bir tur yapılacaktı. Bunun için
beni seçmeleri, beni yakından tanıyan bir arkadaşım sayesinde olmuştu.
Bizi, Anadolu Hisarı’nda Boğaz’a nazır eski evinin çalışma odası
olarak kullandığı çatı katında karşıladı. Gün boyu hep Venedik’ten
konuştuk. Eve döner dönmez, Nedim beyin “ Emel Ege’ye bir İstanbul
anısı, Venedik’ten söz eden” diye imzaladığı kitabı yeniden elime
alıp kahramanımızın izinde bir tur programı hazırladım. Turumuz
boyunca, kitabın geçtiği mekanları Nedim beyle birlikte dolaşacaktık.
O, yazarken yaşadıklarını yerinde anlatacaktı, ben de mekanların
özelliklerini, her yönüyle eşsiz Venedik’imi... Ama, o günlerde
ekonomik krizler peş peşe gelmeye başlamıştı ve biz bu projemizi
–ne yazık ki- asla hayata geçiremedik.
İçimde kalan bu özlemi biraz olsun dindirebilmek için sıradan programlarla
oluşturulmuş turlara katılmaya başladım. Ama bunu hiçbir zaman profesyonel
bir iş olarak yapmadım ve birkaç denemeden sonra, amatörce sürdürmenin
zaman kaybı olacağını görüp, yine yazılarıma dönmeye karar verdim.
Fransa’da “Venedik’in Sarıkları” adıyla yayınlanan Resimli Dünya
romanı üzerine Nedim Gürsel’le yaptığım söyleşi Cumhuriyet gazetesinde
yayınlandı.
İliada’nın izinde, düşten gerçeğe ...
Ben bunları yaşarken, 2000 yılı Temmuz ayında, Cenova’da büyük
bir Homeros Kongresi gerçekleştirilmişti. Bu kongrede, dünyanın
önde gelen Homeros araştırmacıları tarafından Troia’nın ve İliada’da
sözü edilen olayların bir hayal ürünü değil, gerçekler olduğu kabul
edilmişti. Hitit metinlerinde, özellikle de İ.Ö. 1290- 1272 arasında
kral olan II. Muwatalli ile Wilusalı Aleksandu arasında imzalanan
sözleşmede adı geçen yerin Homeros’un İlios /İlion ya da Troia olarak
tanımladığı bölge olduğu eldeki verilere göre kesinlik kazanmıştı.
Bu kongrenin sonuçları ilk olarak Veneto bölgesinde, Padova’da yankılandı.
Çünkü, asırlardan beri Padova’da bulunan Antenor’un anıt mezarı
17 Eylül 1985 günü İtalya’nın en önde gelen uzmanları tarafından
açılarak bilimsel incelemeler başlatılmıştı. Pek çok soru işaretleri
içerse de Troialı Antenor adına yapıldığına inanılan bu mezar Padova
tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştı. Homeros’un destanlarına konu
olan olayların efsanenin ötesine geçip gerçeklere dayandığı görüşünün
gitgide ağırlık kazanmaya başlaması araştırmaların seyrini de değiştirmeye
başlıyordu.
Tarihe ve şiire meraklı, Fontaniva (Padova – Veneto/İtalya) doğumlu
bir okul yöneticisi olan 48 yaşındaki Ugo Silvello, İliada üzerine,
iki ülke arasında dostluğu pekiştirmeye yönelik, kültürel ve sportif
amaçlı bir proje geliştirmeye karar verdi. Defalarca okuduğu İliada’da,
Venediklilerin ataları olan Venetlerin ( çeşitli kaynaklarda Henetler
ya da Enetler olarak da geçiyor), Anadolu’nun Batı Karadeniz bölgesinde
Bartın, Amasra, Kurucaşile ve Cide’nin bulunduğu topraklarda, eski
adıyla Bitinya ve Pontus arasındaki Paflagonia olarak adlandırılan
bölgede yaşamış bir topluluk olduğundan pek çok kez söz edildiğini
fark etmişti. Çeşitli kaynaklarda, özellikle de Homeros, Titus Livius
ve Vergilius’un anlattıklarında dikkatini çeken ipuçları doğrultusunda
çalışmalarını yoğunlaştırdı. Araştırmaları derinleştikçe taşlar
bir bir yerine oturdu. Aslında, İlliria kökenli bir halk olduğuna
inanılan Venetler, tahminen Aleksandu anlaşmasının imzaladığı dönemde,
Anadolu’da, Paflagonia’da yaşıyor olmalıydı. Onlar burada yaşarlarken,
atlarıyla ve savaş gereçleriyle nam salmış ve bu yüzden Demir Atlılar
olarak anılan savaşçıları, İliada’da anlatıldığına göre, Troialıların
yanında yer alıp, Akhalara karşı savaşmak üzere Troia’ya gelmişlerdi.
Yenilginin ardından, kralları Pylaimenes de, onun oğlu da öldüğünden,
yeni liderleri Troialı Antenor’la birlikte Anadolu topraklarına
ebediyen veda edip, Adriyatik boyunca ilerleyerek şimdiki Veneto
bölgesine ulaşmışlar ve günümüze kadar varlığını sürdüren Padova
kentini kurmuşlardı. ( Veneto halkının Venedik’i kurma öyküsü ise,
bu tarihten, yani İ.Ö. 1184’den, yaklaşık on altı asır sonra başlayacaktı.)
İşte bu mitolojik öyküden yola çıkan Silvello, son dönem bilimsel
çalışmaların bu anlatılanları desteklemesinden güç alarak, düşlerinde
zenginleştirdiği “Veneto’dan Paflagonia’ya – Köklere Dönüş Projesi”ni
gerçeğe dönüştürmeye karar verdi. Proje, 2000 yılı Ekim ayında ilk
kez duyurulduğunda, Ugo Silvello hiç de beklemediği bir ilgi ile
karşılaştı. Bir sohbet esnasında Silvello’nun çalışmalarından etkilenen
Fontanivalı işadamı Cittadella Rotary Kulüp üyesi Amerigo Sartore,
konuşulanları 2001 Nisanında kendisini ziyaret eden Türk işadamı
dostu Suadiye Rotary Kulüp üyesi Müjdat Yeşildağ ile paylaşınca
projenin gerektirdiği maddi katkının sağlanmasının ilk adımları
da atılmış oldu. Türk ve İtalyan Kültür Bakanlıkları, Cittadella
ve Suadiye Rotary Kulüpleri ile medyanın desteğinin yanı sıra bir
çok kuruluşun sponsorluğuyla geliştirilen proje, 12 Temmuz 2001’de
Fontaniva’da verilen davetle start aldı. Ardından, 20 Temmuz’da
İstanbul’daki Venedik Sarayı’nda Ugo Silvello’nun, Kültür Bakanlığı
temsilcilerinin, milletvekillerinin, Rotary üyelerinin, İtalya’nın
Ankara Büyükelçisi ile İstanbul Başkonsolosunun, Türk ve İtalyan
basın mensuplarının katıldığı bir davetle artık son şeklini almış
olan “Paflagonia Projesi” Türk kamuoyuna tanıtıldı. Gecede, Türkiye’nin
önde gelen basın kuruluşlarının temsilcileri Ugo Silvello ile röportaj
yapabilmek için adeta yarıştılar. Silvello, gördüğü ilgiden müthiş
mutlu, son derece heyecanlıydı.
Onunla ilk kez orada karşılaştım. Birkaç gün önce Müjdat Yeşildağ’a
telefon edip, Venedik ve Venedikliler üzerine yıllardır sürdürdüğüm
çalışmaları anlattığımda hiç tereddüt etmeden beni de Venedik Sarayı’na
davet etmişti. “Venedik” bir kez daha beni yepyeni bir dünyaya taşıyacaktı,
bunu hissediyor ve müthiş bir heyecan duyuyordum. Çevresi muhabirler
ve fotoğrafçılarla sarılmış olan Ugo’nun yanına yaklaşabilmek için
fırsat kollamaya başladım. Bir yandan da, anlattıklarını can kulağıyla
dinliyor, projenin detaylarını anlamaya çalışıyordum. O, Venetlerin
soyundan gelen bir Venetolu, ben Troia’yı sınırları içinde barındıran
Çanakkale doğumlu bir Anadolulu. İkimiz de, 3200 yıl öncesine dayanan
tarihin peşinde buralara gelmiştik. Yolum, bu kez Ugo ile ve yine
“Venedik”te kesişmişti. “Venedik” bana bir kere daha, farklı ufuklar
açıyordu.
Gazeteciler önceden belirlenmiş bir program dahilinde sırayla görüşmelerini
yaparken, bir anda kendimi Ugo’nun yanında oturuyor buldum. Çalışmalarımı
müthiş bir hızla kısaca özetledikten sonra ona bu projenin içinde
yer almak istediğimi anlattım. Son derece şaşırdı ve sevindi. Kokteyl
için sarayın muhteşem bahçesine birlikte indik. Tüm gözler onun
üzerindeydi ve herkes onunla sohbet edebilmek istiyordu. O ise,
böyle bir karşılaşmanın verdiği şaşkınlıkla beni daha iyi tanıyabilmek,
çalışmalarımı anlayabilmek için sürekli benimle konuşuyordu. İtalyanca
bilmenin avantajını ilk kez bu kadar net hissettim. Davet sona ererken
8 Ağustos’ta Troia’da buluşmak üzere sözleştik. O gece mutluluktan
ayaklarım yere değmiyor gibi geldi bana, uçuyordum.
Türkiye ile İtalya arasında kültürler arası iletişim ve kalıcı bir
dostluk köprüsü kurmayı amaçlayan ve “ Demir Atlarıyla Ayrıldılar,
Bisikletleriyle Geri Dönüyorlar” sloganıyla kültür, spor ve dostluk
teması üzerine şekillenen Paflagonia Projesi’nde, Padova’dan Bartın’a
kadar tam 19 günde tamamlanacak olan yolculuk 30 Temmuz 2001 sabahı
Fontaniva’da yapılan törenle başladı. Atalarının 3200 yıl önce kat
ettiklerine inandıkları 2974 kilometrelik göç yolunu pedal çevirerek
aşacak olan Venetolu beş amatör bisikletçiye, Giuseppe Pavan, Stefano
Bonamin, Giovanni Rebellato, Aleeandro Bizzotto ve Flavio Spiga’ya,
motosikletiyle Aladino Tognon, karavanda da Beppe Forti ve Ugo Silvello
eşlik ediyordu. Turun ilk durağı olan Padova’da Antenor’un mozolesi
ziyaret edildikten sonra, Bologna, Volterra, Todi, Sulmona, Foggia
yoluyla Brindisi’ye ulaşıldı. Yolculuk boyunca, günde 150-200 kilometre
kadar pedal çeviren bisikletçiler Çeşme’ye doğru yol alan feribotta
dinlenme imkanı buldular. 6 Ağustos’ta Çeşme’de Bartın milletvekili,
Rotary Kulüp üyeleri ve kalabalık bir basın mensubu tarafından törenlerle
karşılanan ekip, buradan İzmir’e geçti. Onlar, 8 Ağustos günü Edremit’ten
çıkıp Troia’ya doğru yol almaya başlarken, ben de sonsuz bir heyecanla
İstanbul’dan Çanakkale’ye gelmiş, sabırsızlıkla buluşma saatini
bekliyordum.
İzmir-Çanakkale karayolunun Troia ayrımında, kardeşim Emin ilk görüntüleri
kaydetmek üzere yerini aldığında, biz de Çeşme’den beri İtalyan
dostlara minibüsüyle eşlik eden Müjdat Yeşildağ ile sohbete başladık.
Biraz sonra, tepenin üzerinde ilk olarak Ugo’nun içinde bulunduğu
karavan göründü. Ardından da, Aladino ve bisikletçiler. Henüz bir
kaç hafta önce tanıştığımız Ugo ile kırk yıllık dostlar gibi kucaklaştık.
3200 Yıllık tarih canlanıyor gibiydi. Bu sanki, Venetler’le Troialıların
kucaklaşmasıydı.
Projeye en başından beri destek veren Troia kazı ekibi başkanı Prof.
Manfred Korfmann, ekibi ören yeri girişinde karşıladı. Özel olarak
hazırlanmış çardakta konuklara çeşitli yiyecekler, sıcak ve soğuk
içecekler ikram edildi. Çanakkale’den otobüslerle gelen Rotary Kulüp
üyeleriyle bunların eş ve çocukları, kazı ekibinde yer alan uzmanlar,
Türkçeyi çok iyi konuşan Korfmann’a içtenlikle “Osman Hocam” diye
hitap eden çevre köylüler, gazeteciler, televizyoncular, yüzlerce
insan Troia’yı bayram yerine döndürmüştü. Ugo ve Korfmann birbirlerine
hediyeler sunup, dostluk mesajları verdiler. Sıcaktan, heyecandan,
yorgunluktan ayakta durmakta zorlanıyorken, bir anda Ugo’nun çevresini
saran muhabir ordusuna tercümanlık yapmaya başladım. Bir sürü kamera
ve mikrofon bana uzanmış haldeyken sorularla cevapları bir dilden
diğerine çeviriyor ve bunları yaparken de tir tir titriyordum. Buradaki
samimi törenin ardından, ekip üyeleri birlikte kazı alanına doğru
yöneldiğimizde, Amerikalı Profesör C. Brian Rose mükemmel İtalyancası
ile imdadıma yetişti. O, Troia kalıntılarını en ince detayına kadar
anlatırken Venetlerin torunları binlerce yıl önce burada yaşamış
atalarıyla kucaklaşıyormuşçasına mutlu oldular. Hepsi cep telefonlarını
açıp İtalya’da bıraktıkları eşlerine Prof. Rose’un İtalyanca anlattıklarını
heyecan ve coşku içinde dinlettiler. Bunu yaparken de çocuklar gibi
şendiler.
Akşam, Çanakkale’de Rotary Kulüp tarafından düzenlenen yemekte yine
tüm konuşmaların tercümesi bana düştü. Bu kez, heyecanın yerini
tarifi imkansız bir gurur ve güven almıştı. Gecenin sürprizi, Venetolu
dostlara “Düşler Kenti Venedik” gösterimizin İtalyanca versiyonunu
sunmaktı. “Tereciye tere satmak” gibi görünse de, nefes almadan
izlemeleri, fotoğraflardan inanılmaz biçimde etkilendiklerini beyan
etmeleri, “ biz Venedik’i hiç bu gözle görmemiştik, büyülendik”
demeleri Emin’i de, beni de gururlandırmaya yetti. O gece, 17 Ağustos’ta,
Bartın’da yeniden buluşmak üzere sözleşerek bir kez daha vedalaştık
Ugo ile.
Onlar, ertesi sabah yola çıkıp Bandırma, Bursa, İznik, Adapazarı,
Bolu, Amasra, İnebolu, Kastamonu, Safranbolu üzerinden Bartın’a
ulaşacaklardı. Ben, İstanbul’a dönüp Bartın’a gidiş planları yapmaya
başladım. Müjdat bey bir kez daha yardımıma yetişti. 16 Ağustos’ta
Bartın’a doğru yol alan altı kişilik “Basın” minibüsünde ben de
vardım. Henüz dergi yazılarım dışında basınla bir yakınlığım olmamıştı.
Ama, yola çıkmadan önce Paflagonia Projesi basın duyurusunu ben
yazmıştım. Ve, Bartın’da yaşadıklarım bana bir gazetede köşe yazarlığının
kapılarını da açacaktı.
Bartın’da bize, yıllar önce kaldığım ve asla unutamadığım o güzel
bahçeli motelde yer ayırtılmıştı. Akşam yemeği için yemyeşil çimenlerin
ortasındaki yüzme havuzunun yanındaki masamıza yerleştiğimizde,
İtalya’dan uçakla gelen 14 kişilik Rotary ekibi de Bartın’a ulaşmıştı.
Türkiye’nin önde gelen basın kuruluşlarının temsilcileriyle unutamayacağım,
keyifli bir akşam geçirdik. 17 Ağustos sabahı, motelin girişine
İtalyanca yazılmış kocaman bir “Paflagonia’ya Hoşgeldiniz” pankartı
asılmıştı. Bartın belediye başkanı Rıza Yalçınkaya ve milletvekili
Cafer Tufan Yazıcıoğlu ile başta Bartın olmak üzere, Türkiye’nin
çeşitli bölgelerinin Rotary Kulüp üyeleri eşleriyle birlikte otobüslerle
motele gelmiş, üzerlerindeki “Paflagonia Projesi” yazılı bir örnek
tişörtleri ve şapkalarıyla bahçeyi bayram yerine çevirmişlerdi.
Bir şenlik havasında geçen kahvaltıda, Bartınlılar ev sahibi sıfatıyla
tüm konuklarına birer kırmızı gül sundular. Onu hala saklarım.
Kahvaltı sonrası, yaklaşık 150 kişi, hep birlikte otobüslerle Amasra’ya
doğru yola çıktık. Ben sürekli fotoğraf çekiyor, notlar alıyordum.
Burada yaşananları mutlaka yazıya dökmeliyim, diye düşünüyordum.
Belki bir dergi çalışması bile hazırlayabilirdim. Amasra’nın doyumsuz
güzelliği beni bir kez daha büyülerken, İtalyan konuklarımız da
atalarının bir dönem yaşamak için neden bu toprakları seçmiş olduğunu
şimdi çok daha iyi anlamaya başlamıştı. Kale içinde turlarken onlarla
yaptığım sohbetlerde duydukları hayranlığı net olarak algılayabilmiştim.
Öğle yemeği için sahildeki en güzel lokanta seçilmiş, zengin bir
balık ziyafeti hazırlanmıştı. Aynı saatlerde, Ugo Silvello ve Paflagonia
Projesi ekibi Safranbolu’dan, tam 19 gün süren 2974 kilometrelik
zorlu etabın son durağı Bartın’a doğru yola çıkmışlardı. Artık iyiden
iyiye heyecanlanmaya başlamıştım. Günler sonra Ugo ile bir kez daha
buluşacak, başarısını kutlayacaktım. Her şey ne kadar da hızlı gelişmişti.
Daha iki ay öncesinde, kendi içime kapanmış, “Venedik”i daha derinden
keşfetmeye çalışırken, şimdi muhteşem bir projeye dahil olmuş, “Venedik”in
peşinden buralara kadar gelmiştim. O anı doya doya yaşamakla, fotoğraf
karelerinde ölümsüzleştirmek arasında kısa bir tereddüt yaşadımsa
da, muhabirlerin arasına karışıp yüzlerce kez deklanşöre basmayı,
tüm bu yaşananları belgelemeyi tercih ettim.
Bartın’da belediye binasının bulunduğu cadde çok büyük bir bayrama
hazırlanır gibi süslenmişti. Amasra’da olduğu gibi, burada da bütün
sokaklara Türk ve İtalyan bayrakları asılmış, belediye binasının
önüne konukların töreni rahatça izleyebilmeleri için sandalyeler
yerleştirilmişti. Protokole ayrılan bölümde Kültür Bakanı İstemihan
Talay da yerini aldıktan sonra, bando marşlar çalmaya başladı ve
aynı anda caddenin başında bisikletçiler göründü. Ugo, müthiş bir
gurur ve heyecanla ekibin önünde ilerliyordu. Hepsinin boynuna çiçekten
kolyeler takıldı. Çılgınca alkışlarla süren coşkulu karşılama töreni
Türk ve İtalyan milli marşlarının çalınmasının ardından, Türkçe
ve İtalyanca konuşmalarla devam ederken bir an Ugo ile göz göze
geldik. “Önce İstanbul’da, sonra Troia ve Çanakkale’de, şimdi de
buradasın. Sana inanamıyorum Emel. Çok sevindim” diyerek boynuma
sarıldı. Orada olduğuma ben de inanamıyordum. Venedik tutkusunun
beni oradan oraya savurmasından çok ama çok mutluydum.
İtalyan basını, Paflagonia Projesi’ni anlatırken Bartın halkından
hep “kuzenler” diye söz ediyordu. Atalarının binlerce yıl önce ayrıldığı
topraklara ayak basan Venet torunları, Bartın’da uzun yıllar özlemle
beklenen gerçek kuzenler gibi karşılandılar. Sıra, karşılıklı hediyelerin
sunulmasına gelmişti. Bartın belediye başkanı, Padova Müzesi’nde
sergilenmek üzere, Ugo Silvello’ya üzerinde iki Demir Atlı Venet
savaşçısı ile iki bisikletlinin bulunduğu proje logosunun işlendiği
elişi bir tablo ile gümüş bir kap içinde Paflagonia toprağı verirken,
Ugo da, Bartın Belediyesi’ne Veneto’nun üç ayrı bölgesinden getirdiği
toprağı, bir at üzengisini ve projede kullanılan bisikletlerden
birini hediye etti.
Törenden sonra bizleri yine büyük bir sürpriz bekliyordu. Otobüslerle
Bartın Nehri kıyısına giderek bizler için hazırlanmış bekleyen teknelere
geçtik. Ugo ile aynı teknedeydim. Burası Ugo’ya Veneto’nun Brenta’sını
hatırlatmıştı. “ Brenta ve Parthenios ( Bartın Nehri’nin eski adı
buydu), isimleri bile birbirini çağrıştırıyor” diye fısıldadı. Ama,
projenin tamamen dostluk amacı üzerine şekillenmesine azami özeni
gösterdiğinden, tarihçilerin, arkeologların ve dilbilimcilerin alanına
girmemeye son derece dikkat ediyor ve kafasından geçenleri dillendirmiyordu.
Yine de, olağanüstü güzellikler sergileyen nehirde ilerledikçe büyülendiğini
gizleyemeyip, “ Ne kadar da benim Brenta’ma benziyor” demekten kendini
alamadı. Mitolojiye göre, Antenor’un peşinden kendilerine yeni bir
yurt arayarak şimdi Padova’nın bulunduğu yere ulaşan Venetler, oraya
önce Troia adını vermişlerdi. Paflagonia’nın doğasına çok benzeyen
bir yere yerleşmiş olmaları pek uzak bir ihtimal sayılmazdı bence
de.
Bir zamanlar, olağanüstü güzellikteki şarkılarıyla Karadeniz’in
gözü pek gemicilerini nehrin içlerine doğru çektiği söylenen, Irmak
Tanrısı’nın kuş başlı insan gövdeli efsanevi kızları “Sirenler”in
yaşadığına inanılan, dört bine yakın çeşitlilikte yemyeşil bitki
örtüsüyle kuşatılmış, içinde zaman zaman yolunu şaşıran yunusların
oynaştığı eşsiz güzellikteki Bartın Nehri’ndeki neşeli yolculuktan
sonra, tarihi Gazhane binasındaki törenlere geçildi. İhtişamlı kostümleriyle
göz kamaştıran Mehter takımının klasik parçalarının ardından popüler
melodileri de çalmaya başlamasıyla, meydan vals yapan “kuzenler”in,
halay çekip dans eden “eski dostlar”ın şen kahkahalarıyla çınladı.
Tarihi yapının muhteşem güzellikteki bahçesinde ulu ağaçların gölgesinde
verilen açık büfe kokteylin ardından hafızalardan hiç silinmeyecek
olağanüstü anılarla dolu bir günün sonuna gelmiştik.
Gece, motelimizin havuz başında yaklaşık üç yüz kişilik bir davet
bizleri bekliyordu. Hepimiz mutluk sarhoşu olmuştuk ama yorgunluktan
eser yoktu. Kürsüden karşılıklı teşekkür konuşmaları yapıldı, klasik
müzik konseri izlendi ve Yıldız İbrahimova muhteşem sesiyle herkesi
bir kez daha büyüledi. Paflagonia bölgesini tanıtan dia gösterisinde
Ugo kulağıma eğilip, “ Keşke Emin’le sen Venedik gösteriniz gibi
bir gösteriyi de Bartın ve Amasra için hazırlayabilseydiniz. O gösteriyi
hiç unutamıyorum, muhteşemdi” dedi.
Aynı amaç uğruna yol alan insanların, birlikte aynı yöne doğru ilerlemeleri
olağandır. Ugo ile bizim yollarımız ise, farklı noktalardan gelip
burada buluşmuştu. Venetlerin tarihinin peşinde, inanılmaz tesadüfler
ve şans bizi Paflagonia’da iki eski dost gibi buluşturdu. O, Fontaniva
doğumlu bir Venet torunu, ben Troia’nın hemen yanı başında büyümüş
bir Anadolulu. Bizi birbirimize kenetleyen Venedik oldu. Bu cümleyi
ikinci kez tekrarladığımın farkındayım ama o an hissettiklerim bana
yine bunu düşündürmüştü, ne yapayım...
2001 - Padova’dan Bartın’a, Paflagonia - Köklere Dönüş – Projesi
böylece tamamlanırken, gecenin finalinde, inanılmaz misafirperverlikleriyle
tüm konukları hayran bırakan Bartınlıların bizlere son bir sürprizi
daha vardı; Üzerine Paflagonia Projesi’nin logosu yerleştirilmiş
bembeyaz dev bir pasta. Ugo, gün boyunca zaman zaman olduğu gibi
yine mutluluk göz yaşları akıtırken, kürsüde son bir kez daha teşekkür
edip dinmek bilmeyen alkışlar arasında veda konuşmasını yaptı. Onun
deyişiyle “küçücük” bir fikir geniş katılımlı kocaman bir projeye
dönüşmüştü. Artık sıra, Padova ve Bartın arasında temelleri atılan
bu dostluk köprüsünü genişleterek ve geliştirerek inşa etmeye gelmişti.
Yeni ufuklar ...
İstanbul’a döner dönmez ilk işim Troia ve Paflagonia konusunda
yeni kaynaklar araştırmak oldu. Bartın’da aldığım notlarla, kaynaklardan
elde ettiğim bilgileri derleyip çeşitli yazılar hazırladım. Şimdi,
Çanakkale’nin mutlaka bu projeye dahil edilmesi, bir sonraki adımda
yapılacak etkinliklerin bir şekilde Padova - Troia - Paflagonia
üçgeninde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyordum. Artık bir
bilgisayarım olmuştu ve çok daha kolay yazabiliyordum. Yazılarımı
koltuğumun altına sıkıştırıp Çanakkale’ye gittim. Öncelikle, kentin
en köklü basın kuruluşu olan Burası Çanakkale Gazetesi yetkilisi
ile konuşup, projeyi anlattım ve gazete için hazırlamış olduğum
“Bir Arayış Öyküsü ve Düşündürdükleri” başlıklı yazıyı kendisine
teslim ettim. Amacım, 2002 Troia Festivali etkinliklerinde Ugo’nun
ve Prof. Korfmann’ın davet edileceği bir konferans ile Venetolu
ve Çanakkaleli amatör bisikletçilerin katılacağı bir bisiklet turu
düzenlenmesini sağlamaktı. Ayrıca, Padova ve Çanakkale üniversitelerinde
eğitim gören tarih ve arkeoloji öğrencileri arasında karşılıklı
değişim programları hazırlanabileceğini düşünüyordum. Bence, Çanakkale
turizminin gelişimi açısından bu proje önemli bir katkı sağlayabilirdi.
İtalyan basını konuya böylesi önem verirken, Çanakkale’de yapılacak
ortak etkinlikler İtalya’dan Türkiye’ye gelecek turistlerin dikkatini
Troia’ya çekebilirdi. Fikirlerimi sürekli yazıya döküyordum. Yazılarım
Burası Çanakkale Gazetesi’nde bana açılan köşede yayınlandıkça ilginç
ve hoş tepkiler almaya başladım. Valilikten gazeteyi arayan bir
yetkili fikirlerimin desteklenmeye değer olduğunu bildirmişti. Yerel
Gündem 21 Sarma Bisiklet Gurubu üyesi bir akademisyen bisiklet turu
düzenleme konusunda son derece istekliydi. Gazetenin web sayfası
sayesinde dünyanın dört bir köşesindeki Çanakkaleli okurlardan da
destek mesajları gelmeye başlamıştı. Çanakkale’de kaldığım süre
içinde Belediye, Yerel Tarih Gurubu, Yerel Gündem 21, Turizm ve
Tanıtma Derneği ve Onsekiz Mart Üniversitesi’nden birçok kişi ile
görüştüm. Belediye başkanı beni meclis toplantısına davet ederek,
diğer üyelere de projeyi anlatmamı istedi. Bu arada, birkaç yıl
önce, Troialı Aineias tarafından kurulduğuna inanılan Roma’nın Pomezia
Belediyesi’nden “kardeş şehir” olmak için bir teklif geldiğini ve
ne yazık ki pek önemsenmemiş olduğunu öğrendim. Oradan gönderilmiş
olan yazıları Türkçeye çevirip, başkanı Çanakkale’nin hem Pomezia
ile hem de Padova ile kardeş şehir olmasının ne kadar anlamlı olacağı
yönünde ikna edebilmek için bu konunun tarih içindeki yerini detaylarıyla
anlatmaya çalıştım. ( Uzun bir sessizlik döneminin ardından 28 haziran
2005’te Pomezia- Çanakkale arasında ilk resmi ilişki kuruldu.) Yerel
Tarih Gurubu, rutin toplantılarında projeyi anlatmam için bana imkan
verdi. Turizm ve Tanıtma Derneği üyeleri projeye ilgiyle yaklaşıp,
ellerinden geleni yapmaya söz verdiler. Sadece üniversitesinin Sosyal
Bilimler bölümünden bir doçent hanım, hala nedenini çözemediğim
biçimde anlamsız bir karşı duruşla, üniversitelerinde Troia konusunda
uzmanlaşmış bir birim olmadığını belirterek uzak kalmayı tercih
etti. Biraz umutlu, biraz mutlu ve biraz da tedirgin, Çanakkale’den
ayrıldım.
İstanbul’a döner dönmez ilk işim, “ Bir Efsanenin İzinde; Paflagonia
Projesi” başlığıyla hazırladığım bir çalışmayı Türkiye’nin en ciddi,
en köklü ve en saygın gazetelerinden birine, Cumhuriyet’e götürmek
oldu. Yazımı, hafta sonları çıkardıkları Dergi’de yayınlamak üzere
almak istediklerini duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Artık yazılarımın
yayınlandığı dergi ve gazeteleri saklamak için kütüphanemde oldukça
geniş bir bölüm ayırmam gerekiyordu. Paflagonia Projesi için Bartın’a
yaptığım yolculukta, üzerinde “Basın” yazan minibüste olmak sanki
bana uğurlu gelmiş gibiydi. Şimdi yazılarıma çok daha ciddi biçimde
zaman ayırmalıydım. Ve bunu yaptım.
Bir yandan günlük köşe yazılarıma devam ederken, diğer yandan Ugo
ile, Bartın ve Çanakkale belediyeleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla
ve sayıları günden güne artan okurlarımla yazışıyor, Paflagonia
Projesi’nin daha geniş kitleler tarafından benimsenmesi ve geliştirilmesi
için çaba harcıyordum. Bu amaçla, önce Şehr- İstanbul Derneği’nin
ardından da Troya Sanat Derneği’nin toplantılarına katılmaya başladım.
İstanbul’da, Venedik – İstanbul bağlantısının vurgulanacağı etkinliklerdi
gerçekleştirmek istediğim. Ama ilk derneğin çalışmaları pek de benim
amaçladığım çizgide olmadığından, zamanımın çoğunu Troya Sanat Derneği’ne
ayırmaya başladım. 10 Ağustos 2002’de Bozcaada’da Homeros adına
bir gün düzenlemeye karar verdik ve çalışmalara hemen başladık.
Çalışmalarımız sürerken Ugo’dan müjdeli haber geldi; 2002 Haziran’ında
“ Paflagonia’ya Yeniden Dönüş Projesi” için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.
Ugo ve arkadaşları, İtalya’da bir yıl içinde 7 konferans, sayısız
tanıtım toplantısı ve Veneto bölgesi Rotary, Lions ve Panatlon Kulüplerinden
toplam 170 kişinin katıldığı, dialar ve video görüntüleriyle proje
kapsamında yapılanların anlatıldığı bir davet düzenlemiş, 2 CD hazırlamışlardı.
Pek çok TV programına katılmışlar ve gazetelerde proje ile ilgili
olarak yayınlanan makale sayısı 73’e ulaşmıştı. Bu arada, benim
gazetedeki köşemde Paflagonia adının geçtiği yazı sayısı da bu rakamın
altında değildi. Çanakkale’de projeyi tanıtmak için katıldığım toplantı
sayısı bir hayli fazlaydı. Ama bir yıl boyunca Çanakkale’de konuyla
ilgili ümit verici tek bir gelişme bile olamamıştı. Artık yazılarımda
sıklıkla kırgınlığımı ifade eder olmuştum Çanakkalelilere. Ugo ise,
yaptığı bu çalışmalarda kendisine inananlarla projeye destek verenlerin
sayısını arttırmayı başarmış, sponsorlar sayesinde yeni bir organizasyona
başlamıştı.
Bu kez, ekipte Antenor’un anıt mezarı üzerine çalışmalar yürüten
ve bu konuda diğer uzmanlarla birlikte 320 sayfalık bir de kitap
hazırlayan Padova Müzesi müdürü Girolamo Zampieri, Padova Vilayet
danışmanı Massimo Giorgetti, Antenor’un lahdini açıp tabuta ilk
ulaşan mimar - restoratör Romano Cavaletti ve Fontanivalı bir tarih
öğretmeni olan Lorena Prai de Ugo ile birlikte yer alıyordu. Amaçları,
Padova Belediyesi’nden aldıkları destekle Paflagonia’daki bir anıtın
restorasyonunu üstlenerek, burada projenin anısına kalıcı bir iz
bırakmaktı. Haftalar süren Padova – İstanbul – Bartın arası yoğun
haberleşme trafiğinin ardından ben de ekibe dahil olmuştum. 28 Haziran
2002 günü, Milano’dan gelen uçağı beklerken tarifi imkansız duygular
içindeydim. Sevinç, heyecan, gurur, mutluluk, özlem iç içeydi. Alanda
Ugo ile karşılaşmamız uzun bir süre birbirinden uzak kalmış eski
dostların yeniden buluşması gibi oldu, hasretle kucaklaştık.
Paflagonia turumuzun ilk durağı Amasra’ydı. Bartın Valisi, Belediye
Başkanı, milletvekili ile Amasra Belediye Başkanı birlikte karşıladılar
bizi. Yerel basının ilgi odağı olmuştuk. Gazeteler, televizyonlar
hep “kuzenler”in yeniden geldiğinden söz ediyordu. Amasra Müzesi’ni
ziyaretimizde müze müdürünün önerisiyle Kuşkayası Yol Anıtı’na çıktık
önce. Olağanüstü manzara karşısında herkes büyülenmişken böylesi
nadir bulunan bir örnekle karşılaşmak ekipteki uzmanları fazlasıyla
mutlu etti. Paflagonia çevresinde beş gün boyunca koşuşturup durduk,
restore etmek için daha ilginç bir yapı bulunabilir mi diye... Heyecan
yaratan pek çok kalıntı, bir o kadar da söylentinin peşinde dağların,
ormanların içinde araştırmalar yaptık. Henüz on beş gün önce bir
ameliyat geçirmiştim. Ama, hiçbir şeye aldırmadan tüm dostlarımla
birlikte dağ tepe tırmandım. Orada kaldığımız süre içinde yaşadığımız
her anı not edip fotoğraflar çektim. En ilginci, Lorena ile Ugo’nun
Paflagonia Projesi’nin logosunu Gazhane binasının duvarına, yaklaşık
10 metrekarelik bir alana resmetmeleriydi. Çalışmalarını an be an
kaydettim.
Paflagonia’ya Yeniden Dönüş Projesi, aslında yeni bir projenin daha
temellerini atmıştı. Venedik Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü’nün
emekli profesörü Niğdeli Asım Tanış yakından izlediği Paflagonia
Projesi’nin sağladığı başarı üzerine Padova Belediyesi ile bağlantı
kurarak Tyana kazılarına maddi destek almış ve Progetto Anatolia
yani Anadolu Projesi adıyla daha geniş çaplı bir çalışma başlatılmasına
neden olmuştu. Artık, Bartın ve Niğde illerinde sürdürülecek Padova
destekli çalışmalar bu proje kapsamında ilerleyecekti. Bu noktada
içimden yükselen isyanı bastıramadım, aklımdan geçenleri yüksek
sesle açıkladım. Ugo gibi küçük bir yerleşim biriminde kendi halinde
yaşayan bir eğitimciyi gün geçtikçe genişleyen ve çok ses getiren
bir projenin baş rolüne oturtan, benim gibi kendini Venedik / Veneto
tarihine adamış, sessiz sedasız çalışan birini buralara kadar getiren,
Türkiye ve İtalya arasında çok ilginç bir yakınlaşmaya neden olan
olayların çıkış noktası Troia idi ve o da artık bu projenin ileriki
aşamalarında mutlaka yer bulmalıydı. Bir sonraki adımda kullanılması
gereken ismi de bulmuştum: Progetto Troianatolia yani Troianatolia
Projesi. Bunu gerçekleştirebilmek için
öncelikle İtalyan dostlarımı Çanakkale’ye götürüp onlara tarihi
ve doğal güzellikleri tanıtacağım bir program hazırlamalıydım. Çalışmalara
hemen başladım, hepsini gelecek yaz için Çanakkale’deki yazlığımıza
davet ettim.
Bu arada oybirliği ile karar verildi; Kuşkayası Yol Anıtı restore
edilecek! Padova Belediyesi tarafından Anadolu Projesi kapsamında
Tyana ve Paflagonia arasında eşit olarak bölüştürülen para, iki
ülke arasında dostluğu pekiştiren Paflagonia Projesi anısına buraya
harcanacaktı.
İstanbul’a dönene kadar, yol boyunca Paflagonia’da yaşadıklarımızı
not edip, sonrasında yapacağımız çalışmalar üzerine konuştuk. 3
Temmuz 2002 günü havaalanında vedalaşmamız gerçekten göz yaşartıcı
oldu, hepimiz ağladık.
Paflagonia Projesi, o güne kadar yaptığım araştırmalarda bana yepyeni
bir açılım getirdi. Venedik tarihi üzerine yazarken, artık çok daha
eskilere dayanan hikayeler aktarabilecektim. Venedik, bana öncelikle
doğduğum yöreyi, sonra şimdilerde yaşamakta olduğum kenti ve çok
uzakları, Batı Karadeniz bölgesini bir kez daha, ama bu sefer iyiden
iyiye tanıtmıştı. Venedik sayesinde, buraları tüm detaylarıyla tanıyabilmek
için okudukça okudum. Tarih, dönüp dolaşıp hep Troia’ya geliyordu.
Evet, kararımı vermiştim; Troia bu projenin içindeki (bence) vazgeçilmez
yerini mutlaka almalıydı, alacaktı.
Temmuz ayında, Paflagonia’da yaşanan gelişmeleri yazmaya koyuldum
ve 10 Ağustos’ta Bozcaada’da ilk kez gerçekleştireceğimiz Ozan’ın
Günü / Homeros Anlatıyor isimli İliada Okumaları için hazırlıklara
odaklandım. Homeros, İliada, Troia üzerine çıkmış kitapları defalarca
gözden geçirdim, son aylarda çıkan kitaplarla kütüphanemi biraz
daha zenginleştirdim, gazete için yeni metinler yazdım. Yazılarım
her gün köşemde yayınlanıyor, aldığım tepkilerden Çanakkale’de artık
Paflagonia Projesi ile ilgilenmeye başlayan kişilerin sayısının
artmakta olduğunu görüp daha bir coşku ve heyecanla çalışmalarımı
sürdürüyordum. Projenin geldiği noktayı anlatan ve Troia’yı bu projenin
içine dahil etmenin önemini vurgulayan yazılarımı Troia kazı ekibi
başkanı Prof. Manfred Korfmann’a iletmeye başladım. Ağustos başında
beni Troia’ya davet etti. Homeros’un anlattıklarından yola çıkarak
bugün koskoca bir projeye dönüşen çalışmaların ayrıntılarını dikkatle
dinledi. Bir bilim adamı olarak Antenor’un öyküsüne şu an için efsanenin
ötesinde bir anlam yükleyemeyeceğini, eldeki verilerin henüz Paflagonialı
Henetler/Venetler/Enetler’in Troia’dan Padova’ya yaptıkları yolculuğa
kesin ifadelerle bilimsel onay verilmesi için yetemeyeceğini belirterek,
sembolik olarak Troia’yı bir dostluk ve barış projesinin içinde,
dahası tam kalbinde görmekten çok mutlu olduğunu ve bizleri yürekten
desteklediğini ifade ederken gözlerinde sevinç pırıltıları vardı.
O, yıllardır burada kazı çalışmalarını sürdürürken her fırsatta
tüm dünyanın ilgisini buralara çekmek, Troia’nın dünya tarihindeki
önemini vurgulamak, Troia Müzesi kurmak, Troia merkezli projeler
geliştirmek için çırpınıp duruyordu zaten. O gün, Korfmann’dan iki
söz aldım: Birincisi, Paflagonia Projesi için bize elinden gelen
her türlü yardımı yapacaktı. İkincisi de, 10 Ağustos 2002 günü Homeros’u
anacağımız etkinliğe, Bozcaada’ya, onur konuğu olarak gelmesi için
yaptığım davete katılacaktı. Troia’dan dönerken ayaklarım yere basmıyor
gibiydi. Çok değil, daha bir yıl öncesinde tüm bunları hayal bile
edemezdim. Arkeoloji dünyasının bu çok önemli ismiyle birkaç saat
sohbet etmiş, Troia’nın son dönem kazı çalışmaları üzerine en yetkili
ağızdan bilgiler almış, onunla kazı bölgelerini ve araştırmaların
yapıldığı laboratuarları gezmiş, dünyanın dört bir yanından gelen
onlarca uzmanla tanışmış, yepyeni buluntuları ekip dışında gören
ilk kişi olmuş, dahası kazı sezonu boyunca yaşadıkları kampa, yani
Bademli Köy’e girip kendini köyün muhtarı olarak tanıtan ve çalışanlarla
çevre köylülerin Osman Hoca diye seslendiği bu müthiş adamla unutamayacağım
bir gün geçirmiştim. Ah, Venedik ah, sana o kadar çok şey borçluyum
ki ... Oradan oraya savruluyorum, uçuyorum. 44. yaşımda düşünemeyeceğim,
düşleyemeyeceğim şeyler yaşıyorum. Hayat kırkında başlar derler,
doğruymuş. Hayatının on beş yılını mütevazı eczanesinde geçiren
ben, “Venedik”te yeniden doğmuştum. Bir rüyada mıyım, yoksa gerçek
mi tüm bu yaşadıklarım, inanamıyorum.
10 Ağustos sabahı henüz gün doğmadan, Korfmann’la birlikte Bozcaada’daki
küçük bir kumsalda yerimizi aldık ve güneş Troia’nın arkasından
yükselmeye başladığında İliada’dan bölümleri okumaya başladık. Homeros’un
anlattıkları dilden dile aktı gönüllerimize. Türkçe, İngilizce,
Almanca, Grekçe, Fransızca derken o eşsiz dizeler rüzgarın uğultusuna
karıştı, kargılarla mızraklar havada uçuştu, Akhalar bitip tükenmeyen
saldırılarını sürdürürken, Troialılar Paflagonialı Henetler gibi
kendilerine yardım için gelen onlarca Anadolu halkıyla direndi,
direndi. Nice kahramanlar öldü, kanlar oluk oluk aktı. Kadınların
gözyaşları sel oldu, boşandı. İhtişamlı Troia Hisarlık’ta öylesine
azametli duruyordu ki. Akşamın kızıllığı gecenin maviliğine dönüşürken
kitaplar yavaş yavaş kapandı, bir yıl sonra kaldığımız yerden devam
etmek üzere vedalaştık tüm katılımcılar Homeros’la ve birbirimizle.
Ozan’ın Günü, tam da Korfmann’ın düşlediği gibi Troia’yı dünya barışının
sembolü yapan bir etkinlik olmuştu. Bir çok ülkeden onlarca insan
o kumsalda toplanıp bir savaş destanını kendi dilimizde okumuş,
başka dillerden dinlemiştik. Özellikle Avrupa’nın bir çok ülkesinde,
yüzlerce yerleşim yerinde, pek çok halk geçmişini Troia’ya dayandırırken
bu etkinlik barış ve dostluk adına atılmış küçük ama çok önemli
bir adım olmuştu.
İstanbul’a dönüşümde daha çok Troia ağırlıklı yazılar yazdım. Ama
içinde hep “Venedik” vardı, Paflagonialı Henetler vardı. Ağustos’un
sonuna doğru, bir gün posta kutumda kocaman bir zarf buldum. İtalyan
Kültür Merkezi o güne kadarki çalışmalarımı, Türk ve İtalyan halkları
arasındaki dostluğu geliştirme çabalarımı dikkate almış olsa gerek,
beni bir İtalyan resim sergisine davet ediyordu. Üstelik bu sergi,
Sabancı Müzesi olarak hizmete giren ünlü Atlı Köşk’teydi. 5 Eylül
2002 günü, Emirgan’daki köşkün merdivenlerini çıkarken yine çok
heyecanlıydım. Köşkün terasında, tüm diğer konuklar gibi beni de
eşiyle birlikte Sakıp Sabancı karşıladı, elimi sıktı, nazikçe “hoş
geldiniz” diyerek hatırımı sordu. Onu ilk kez bu kadar yakından
görmek, böyle bir davetle buraya gelebilmiş olmanın heyecanını bile
bastırıyordu. Bu davet, Venedik tutkum sayesinde davetli olarak
katılacağım etkinliklerden sadece biriydi. Ama, Sabancı’yla bir
daha karşılaşmak asla mümkün olamayacaktı. Ölüm haberi beni gerçekten
çok üzdü. Atlı Köşk’ü üniversite yıllarımda hep dışardan izler,
hayranlıkla gözlemlerdim. Orayı bir gün, bu şekilde görebileceğimi
hiç aklıma getirmemiştim.
Günlerim hep aynı heyecanla okumalar ve yazmalar arasında geçerken,
bir gün Çanakkale’den beni son derece mutlandıran bir davet telefonu
aldım. 26 Eylül 2002’de Çanakkale’de bir televizyon programına,
canlı yayına katılacaktım.
Troas bölgesinin en önemli kazı alanlarından Apollon Smintheus’ta
yıllardır kazı başkanlığı yapan Prof. Coşkun Özgünel, Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi’nden arkeolog Dr. Veysel Tolun ve İl Kültür
Müdürlüğü’nden Gözen Sevinç ile birlikte Çanakkale Turizm ve Tanıtma
Derneği başkanı Ahmet Kaşıkçı’nın konuğu olduk o programda. O gece,
uzun uzun Paflagonia Projesi’ni anlatma fırsatı buldum Çanakkalelilere.
Günlük yazılarımla ulaşamadığım kitleye de ulaşabildiğimi düşünüyordum
artık. Paflagonia Projesi, Veneto bölgesi ile Troia ve Çanakkale
arasında kurulabilecek ve (bence mutlaka ve bir an önce) kurulması
gereken bağların ilk adımı olmalıydı. 2001 Ağustos’unda İtalyan
dostlarımızın buraya yaptıkları ziyaret Çanakkaleliler tarafından
fazlaca anlaşılamamış, o nedenle de proje gerektiği gibi sahiplenilmemişti.
Ama aradan geçen bunca zaman içinde yaşanan onca gelişme, günlük
gazete yazılarım, şimdi de bu televizyon programı yeterince anlatmış
olmalıydı olayları.
Şimdi, İstanbul’da çok önemli bir etkinlik beni bekliyordu. “Efsane
ile Gerçek Arası Bir Kente Yolculuk – Troia” başlıklı sergi Ekim
başında Yapı Kredi Vedat Nedim Tör Müzesi’nde açılıyordu. Hiç vakit
kaybetmeden İstanbul’a döndüm. 3 Ekim 2002 Perşembe günü Korfmann’ın
konferansıyla başlayan tören, kokteylin ardından serginin gezilmesiyle
sona erdi. Edebiyat, sanat, arkeoloji ve basın dünyasından onlarca
konuğun yanı sıra Kültür Bakanlığı Müsteşarı Fikret N. Üçcan da,
Korfmann’ın anlatımlarıyla sergiyi izleyenler arasındaydı. M.Ö.
2550-2350 yıllarına ait çömlekler, 13.y.y. el yazması İliada, birkaç
parça altın süs eşyası, iğneler, ok uçları, küçük baltalar, minik
heykeller, Schliemann’ın mektubu derken, bölgenin M.Ö. 1700 – 1200
yıllarına ait tek yazılı kaynağı olan bronz mührün önüne geldik.
Korfmann’ın çok önemli saydığı bu buluntu, VII b’de ortaya çıkarılmış,
M.Ö. 12.y.y.a tarihlenen, üzerinde Luwi hiyeroglifleri olan, çift
taraflı dışbükey ve sadece 2.2 cm. çapında küçücük bir nesne olmasına
karşılık ileride başka yazılı kaynakların bulunması yönünde ümit
vermesi açısından hayli önemliydi. Dahası, Troia’nın büyük Hitit
İmparatorluğu ile bağlantıda olduğunu, kültürel anlamda da Anadolu
ile yakınlığını belgeliyordu. M.Ö. 12.y.y., Paflagonialı Henetlerin
tarihi için de çok önemli bir dönemdi ve bu mühür onların geçmişi
açısından da değerli bir belge olabilirdi. Uzun bir süre o camekanın
önünden ayrılamadım. Korfmann ise kalabalığa karışmış, heyecan içinde
diğer buluntularla ilgili bilgiler veriyordu.
Hepimizin ortak hayali, bir gün bu sergiyi Troia’da da gerçekleştirebilmekti.
Kasım ayı ortalarında, uzun zamandır beklediğim haber geldi: Bartın
heyeti Padova ziyareti yapacak ve iki şehir arasında işbirliği protokolü
imzalanacaktı. 13 Aralık 2002’de yapılacak tören için davet edilenler
arasında ben de vardım. Gönüllü tercümanlık yapacaktım. Padova ili
başkanı ve belediye başkanı ile Bartın valisi ve belediye başkanının
katılacağı resmi törenin ardından Padova Üniversitesi’nde düzenlenen
toplantıda Paflagonialı Henetler (Enetler ya da Venetler), Antenor
ve Padova’nın kuruluşu ele alınacak, konu uzmanlar arasında tartışılacaktı.
Daha sonra, Antenor’un lahdi ile kentin önemli yerleri ziyaret edilecek,
akşam Romano Cavaletti’nin evinde bir akşam yemeği verilecekti.
Ertesi gün, Venedik belediye başkanı ziyaret edilecek ve buradaki
önemli yapılar gezilecekti. Akşam yemeği Ugo Silvello’nun evindeydi.
Sabah, Fontaniva belediyesi ve Elite tesisleri ziyaret edilecekti.
Daha sonra, Cittadella Rotary Kulüp üyeleri, Bartınlı dostlarına
Bassano del Grappa’yı da içine alan bir çevre gezisi yaptıracak,
ardından da Fontaniva’daki Solare Sarayı’nda verilen yaklaşık 80
kişilik davete hep birlikte gidilecekti. Bu, benim için inanılmaz
bir fırsattı. Bugüne kadar, hep kendi imkanlarımla bir turist gibi
gittiğim Veneto bölgesini, bu kez çok farklı yönleriyle tanıyabilecektim.
Üstelik, böyle bir heyetin tercümanlığını üstlenmek bana müthiş
onur veriyordu. Ama... Venedik, hayatımda bir güzel sayfa daha açıyordu
derken, vize engeline takılmak o an tüm dünyamı kararttı sanki.
Bartın heyeti tüm vizeleri topluca Ankara’dan aldığı halde, ben
İstanbul’da ikamet ettiğim için tek başıma konsolosluğa başvurmak
zorunda kaldım. Uçağımızın kalkışına 72 saat kalana kadar belirsizliklerle
boğuştum. Tüm belgelerim eksiksiz olduğundan ve daha önce onlarca
kez giriş-çıkış yaptığımdan, ayrıca Padova’dan adıma davetiye gönderilmişken
kolaylıkla alabileceğim vizeyi, binanın önünde uzayan kuyruk ve
zamansızlık nedeniyle konsolosluğun kapısından içeri girmeyi dahi
başaramadığımdan alamadım. Bu olayın şokunu uzun süre üzerimden
atamadım. Ama, heyet ziyareti başarıyla gerçekleştirip işbirliği
protokolünü imzalayarak Bartın’a döndü. Şimdi var gücümüzle protokolde
de yer aldığı gibi, Kuşkayası Yol Anıtı restorasyonu için çalışmamız
gerekiyordu.
Ben, bunca koşuşturma arasında günlük köşe yazılarımı asla aksatmıyor,
güncel konuları işlerken içine mutlaka Troia, Paflagonia, Enetler
gibi benim için çok büyük anlamlar taşıyan sözcükleri de yerleştiriveriyordum.
Yazılarımın çoğu, Paflagonia Projesi ile bağlantılı yeni projelerin
merkezinde Troia ve Çanakkale’nin olması gereğini vurgulayan cümlelerle
sonlanıyordu. Bir gün, Padova – Troia – Paflagonia üçgenini oluşturacağıma
inanıyordum hala. Evim, Padova – Bartın haberleşme trafiğinin merkez
üssü gibiydi. Telefonlar, e-mailler, mektuplar ... Yavaş yavaş Çanakkale
ile de bağlantılar gelişmeye başlamıştı. Bir gün başaracağıma inanıyordum.
Bu mutlaka olmalıydı.
Bu arada, II. Ozan’ın Günü etkinlikleri için de çalışmalara başladık.
1 Ağustos 2003’te yapmayı planladığımız İliada Okumaları günü için
ne yapıp edip Ugo Silvello’yu Bozcaada’ya getirmeliydim. Çanakkale’yi
yeni projelere katabilmek için Ugo’yu buralara çekmem gerekiyordu
öncelikle. Görüşmeler, yazışmalar, köşe yazıları, İtalya ve Bartın
arası haberleşmeler, Bozcaada toplantıları derken inanılmaz bir
koşuşturmaca içine girmiştim. Yorulduğumu bile algılayamayacak kadar
heyecanlıydım. Ama, Aralık’ta yaşadıklarımı bir türlü unutamıyordum.Üzerinden
aylar geçmiş olmasına rağmen, Bartın heyeti ile birlikte Venedik
ve Padova ziyaretine katılamamış olmanın üzüntüsünü zaman zaman
içimde yaşıyor, özellikle de rüyalarımda sıklıkla ağlıyordum ki,
Nisan sonuna doğru beni sevinçten havalara uçuran o müthiş haber
geldi: Mayıs’ta İtalya’ya gidiyordum. Ugo, Venedik’te kalacağımız
otel için dört gecelik rezervasyon yaptırmış, Romano da, sonraki
üç gece için, eşimle beni Padova yakınlarındaki evlerine davet etmişti.
Yine uçuyordum. “Venedik” mucizesiydi bu. Venedik’in peşinde nereden
nerelere gelmiştim. Ve daha nerelere gidecektim, kim bilir?
İlginç buluşma ...
II. Homeros Günü için hazırlıklar sürerken, bir gün bir gazetede
çok ilginç bir habere rastladım. Venedik aşığı bir eczacı mesleğini
bırakmış, karnaval maskeleri yapmaya başlamıştı. Tesadüfün böylesi,
dedim kendi kendime. Hem eczacı, hem de Venedik aşkıyla her şeyi
bir yana bırakıp kendini maske ve kukla yapımına adamış biri. Onunla
mutlaka tanışmalıydım.
Telefonda kendimi tanıttığımda Candan ( C. Seda Balaban) da inanamadı
duyduklarına, hemen buluştuk. Birbirimize o anda ısındık, dahası
kısa sürede çok yakın birer dost olduk. Onunla birikimlerimizi değerlendirebileceğimiz
ortak proje arayışlarına giriştik öncelikle. Yıllar önce, Venedik’ten
alıp bir solukta çevirisini yaptığım bir öykü kitabı vardı. Bunun,
Candan’ın maskeleri, kuklaları ve Emin’in fotoğraflarıyla ilginç
bir gösteriye dönüştürülebileceğini düşündük. Daha sonra, Candan’ı
fotoğrafçı arkadaşlarımız Yücel Tunca ve Belgin Çöleri’yle birlikte
Homeros Günü organizasyon ekibi ile tanıştırdığımda ortaya çok ilginç
bir başka proje çıktı. Candan, İliada karakterlerinin maskelerini
yaptı, Yücel onları fotoğrafladı, Belgin de fotoğraf altlarına İliada’dan
dizeleri ekledi ve bu çalışma II. Homeros Günü için Bozcaada’ya
taşındı.
Bizler, “Venedik”e aşık iki eski eczacı hala yeni projeler için
bir araya gelip arayışlarımızı sürdürüyoruz. Bizi bizden iyi kimsenin
anlayamayacağını da çok iyi biliyoruz...
Marionet’lerin ilk kez Venedik’te ortaya çıkışının öyküsünü onun
için kaleme alıyorum.
Benim Venedik’im ...
Bu kez, 2003’ün Mayıs’ında, Alitalia’nın çoğunluğu İtalyan olan
yolcularıyla ve çok daha farklı duygularla uçuyordum “Venedik”ime.
Şimdi, Paflagonialı Enetlerle Troialı Antenor’un soyundan geldiklerine
inanan Venetolu dostlarımın yaşadıkları yerleri çok daha yakından
tanıyabilecektim. Sıradan bir turist gibi değildim artık, bambaşka
heyecanlar yaşıyordum. Venedik’in tam merkezinde, adı “Düşesler
Evi” anlamına gelen Ca’Dogaressa’da kalmak, yüzyıllardan beri her
yıl onlarcası yapılan geleneksel tekne yarışı “regata”lardan birine
katılmak, yerel seçimler öncesi Büyük Kanal’da teknelerle gerçekleştirilen
büyük bir işçi eylemine tanık olmak, en önemlisi de Veneto Bölge
Yönetimi ve Padova Vilayet’i danışmanı olan dostum Massimo sayesinde
Büyük Kanal kıyısındaki yüzlerce yıllık Balbi Sarayı’nda birkaç
saatliğine de olsa konuk olmak bana Venedik’te unutulmaz anlar yaşattı.
Bir mihmandar eşliğinde sarayın ihtişamlı odalarında ve salonlarında
gezinirken, işgal yıllarında Napoleon’un onuruna hazırlanan Regata’yı
izlediği balkondan kanala doğru bakarken Bucintoro’yu, ihtişamlı
süslemeleriyle onlarca tekneyi, işlemeli tuvaletleri, şık kostümleri
ve abartılı peruklarıyla Venedikli asilleri görür gibi oldum. Bu
kez “Venedik” bambaşka bir büyüyle içime işledi. Yaşadıklarım inanılır
gibi değildi. Düşle gerçek yine iç içe geçmişti.
Yıllardan beri, neredeyse her sokağını ezberlediğim, bütün önemli
müzelerine girdiğim, birkaç yüz yıllık müze-evlerde o dönemin günlük
yaşamını kavrayabildiğim bu kentte, günümüz yaşantısını görebileceğim
evleri tanıyabilmek en büyük hayalimdi. Özellikle akşam saatleri,
Büyük Kanal’da “vaporetto” ile yol alırken iki yakadaki saray-evleri
izleyerek düşlere dalardım. Hemen hepsinde büyük büyük kütüphaneler,
kocaman tablolar vardı. Bir çoğundan klasik müzik sesi duyulurdu.
Ara sokaklarda olduğu gibi, buralarda asla pencerelerden çamaşır
sarkmazdı. Binaların dışı yüzlerce yılın izlerini taşısa da, evlerin
içinde müthiş bir kalite göze çarpardı. Ağır kadife perdeler hiç
kapanmazdı. Antika abajurlar, salonları hafifçe aydınlatır, genelde
dededen kalma koltuğun üzerinde kitabını okuyan bir adam otururdu.
Her daim bir sükunet vardı sanki. Ya da bana öyle gelirdi. Saray-evlerin
önlerindeki “palo”lara bağlanan gondollar, kanaldan geçen teknelerin
yarattığı dalgayla belli bir ritim içinde, bir sağa bir sola yalpalanırken
hep birlikte dans eder gibiydi. Büyük Kanal’dan her geçişimde bu
evlerden birinde olmayı düşlerdim. O muhteşem dekorun bir parçası
olabilmek büyüleyici olmalıydı.
Düşesler Evi, Cannaregio Kanalı kıyısında tam bir Ortaçağ yapısıydı.
Orada birkaç gün geçirmek beni çok heyecanlandırmış, fazlasıyla
mutlu etmişti. Düşesler Evi’nde düşlerimin bir kısmı gerçeklemişti,
Venedik’i bir Venedikli gibi yaşayabildim. Romano’nun evine giderken
yine çok heyecanlıydım. Venedik’in içinde, Büyük Kanal kıyısında
olmasa bile bir Veneto evinde yaşayacaktım üç günlüğüne. Ev diye
söz edilen yerin kocaman bir malikane olduğunu gördüm büyük demir
kapıdan içeri girince. Ortasında büyük bir havuzun bulunduğu, dev
ağaçlarla dolu geniş bir bahçeye bakan evin çatı katı bize tahsis
edilmişti. Büyükbaba, büyükanne, biri kız diğeri erkek iki çocuk,
Livia ve Romano tipik bir İtalyan aile tablosu çiziyorlardı. Mutfakta
büyük bir taş fırın, uzun masif bir masa vardı. Büyükanne kendi
elleriyle makarna hamuru açmış, ince ince kesip akşam yemeği için
hazırlıyordu. Salondaki büfe, konsol, masa en az yüz-yüz elli yıllık
olmalıydı. Onlara hediye olarak götürdüğümüz kilimi şöminenin önüne
yerleştirdiler. Duvarlarda onlarca resim asılıydı, aile yadigarı...
Akşam yemeği için hep beraber masanın çevresine yerleştiğimizde,
Romano kilere gidip babası ile birlikte şişelediği şaraplardan birini
getirdi. “Beş yüz şişe beyaz, beş yüz şişe kırmızı depoladık bu
yıl da” derken sağlığı gitgide bozulan yaşlı babasının gözlerinin
içine bakıyordu. Gelecek yıl da birlikte yapabilecek miyiz bu işleri
birlikte, diye sorar gibiydi gözleri. Bize bir misafirden çok aileden
biri gibi davranmaları çok hoşuma gitmişti. Makarna, şarap ve peynirden
oluşan yemeğimizi yerken, hayallerim gerçek oldu, bir Veneto evinde,
bir Venetolu gibiyim şu an, diye düşündüm.
Ertesi sabah, büyükanne mutfağa, büyükbaba koltuğuna, Romano hemen
yan binadaki ofisine, çocuklar da okullarına gidince Livia bizi
arabasıyla Padova’ya götürüp şehri gezdirdi. Troialı Antenor’un
3200 yıllık kentinde olmak muhteşemdi. Beppe ile buluşup Arkeoloji
Müzesi’ne gittik. Dr. Zampieri bize müzeyi gezdirirken böyle dostlarım
olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm bir kez daha. O güne
kadar yüzlerce müze gezmiştim ama kendimi ilk defa böylesine ayrıcalıklı
hissediyordum. Aslında, iki yıl önce Venedik gösterisi için Selanik’e
davet edildiğimizde Makedonya bölgesindeki antik Aiani kentinin
yeni kurulmakta olan muhteşem müzesini de böyle ayrıcalıklı bir
konumda gezmiştik. Müze müdürü gurubumuzdan bir arkeolog hanımın
eski bir arkadaşıydı ve henüz kimselerin görmediği olağanüstü buluntuları
tek tek inceleme fırsatı bulmuştuk. Kapalı kapılar, kilitli kasalar
bizim için özel olarak açılmış, nem dengesini koruyabilmek için
kat kat sarılmış birkaç bin yıllık objeler önümüze serilmişti. O
da son derece heyecan verici bir deneyimdi ama o şansı arkeolog
arkadaşımız sayesinde elde etmiştik. Oysa, burada yine bizzat müzenin
müdürü tarafından, kapalı kapılar benim için özel olarak açılıyordu.
Yine henüz kimselerin görmediği yepyeni bir buluntu bir başka kilitli
kapının ardında çıktı karşımıza; 20’li yaşlarında ölen bir savaşçının
atının gövdesine sarılarak gömüldüğü bir mezar kalıntısı. Olağanüstü
etkileyici bu buluntu müze müdürü için de heyecan kaynağıydı. Çünkü,
o böyle bir buluntuya Avrupa’da daha önce hiç rastlamadıklarını
söylüyordu gururla.
Ziyaretçilerin bir ay öncesinden rezervasyon yaptırıp sadece on
beş dakika kalmak üzere onarlı guruplar halinde kabul edildiği Giotto
Şapeli’ni yine müdürün rehberliğiyle gezdik. Bir saat boyunca, her
bir panelde yer alan freskleri tüm detaylarıyla tanırken diğer ziyaretçilerin
şaşkın bakışlarına hedef oluyorduk. Alelacele bakıp çıkmaları istenen
bu çok önemli yapıda biz uzun uzun durup detayları inceleyebiliyorduk.
Üstelik müdürün İtalyanca olarak anlattıklarını ben bir kez de Türkçe
olarak tekrarlayıp eşimin anlamasına yardımcı oluyordum. İtiraf
etmeliyim ki, insanların bizi şaşkın bakışlarla izlemesi bize çok
eğlenceli gelmişti. İki dilde rehberlik hizmeti alıp, burada onlardan
çok daha fazla kalmasına izin verilen bu adam çok önemli biri olmalıydı
mutlaka...
Bir sonraki durağımız Antenor’un Lahdi oldu. Padova Vilayet Sarayı’nın
hemen önünde bulunan bu lahid, sonradan okuduğum kadarıyla bir çok
sır gizliyordu. Ama, Padova ve Padovalılar için çok önemli olduğu
hemen anlaşılıyordu. Revaklı yapıların arasında, çiseleyen yağmura
aldırmadan kenti bir baştan diğer başa dolaştık. Padova tarihinin
Venedik’teki kadar korunmadığını gördüğümden midir nedir, Padova’yı
çok da fazla sevemedim. Ama dünyanın en eski üniversitelerinden
biri olan ve 1221 yılının Eylül ayında açılan Padova Üniversitesi’nde
bulunan bir heykelin kaidesinde yer alan plakette “1678 - Elena
Lucrezia Corner” adını görünce çok keyiflendim. Dünyanın ilk kadın
üniversite mezunu olan ve burada felsefe doktorası yapan Lucrezia,
Venedik’in en ünlü ailelerinden birinin kızıydı. Tarihi zaten Venedik’ten
ayrı düşünülemeyecek olan Padova’da böylesi somut bir iz bulmak
hoşuma gitmişti.
Akşam Fontaniva’da Ugo’nun daveti üzerine hep birlikte akşam yemeği
yemek için toplandık. Elite firması sahibi Amerigo Sartore,eşi,
bisikletiçi Stefano, Flavio, Lorena, Beppe, Romano, Livia, Ugo,
eşi hep birlikte Türkiye’de yaşadığımız güzel günleri andık. İngilizce
konuşan tek kişi Amerigo idi, o da eşimle sohbeti koyulaştırmıştı.
Pizzalarımızı yedikten sonra tarihi Serciari Ocakları’ndaki Elite
binasına gittik. Projenin tüm aşamalarında, bütün davetlerin mekanı
olan bu yer, 1200’lere uzanan tarihi ile olduğu kadar birer Ferrari
değerindeki antika Murano avizeleriyle de göz kamaştırıcıydı. Burada
da Venedik’ten izler bulmuştum. Böylesi güzel bir davetin onur konuğu
olmaktan da son derece mutlu ve gururluydum. Ama asıl sürpriz gece
yarısından sonra geldi. Hep birlikte Fontaniva Belediye binasına
gittik. Bahçe duvarına Bartın’daki Gazhane binası duvarına işlenen
ölçülerde Paflagonia Projesi logosu resmedilmişti. Ben, Ugo’nun
sözünü ettiği sürprizin bu olduğunu düşünürken o beni daha da yakından
bakmam için çağırdı. Sağ tarafta duvar boyunca uzanan pirinç levhada
projenin öyküsü anlatılıyordu. Heyecanla okumaya koyuldum. Derken,
projeye emek verenler listesine gelince gözlerime inanamadım; “Emel
Ege” de yazıyordu. Yalnız olsam havalara fırlardım ama onca dostumun
arasında bunu yapamadım. Çığlıklarımı içime gömüp öylece bakakaldım...
“Emel Ege”... Gözlerime yaşlar birikti ama gülüyordum, sadece gülüyordum.
Venedik tutkusu ile buralara kadar gelebileceğimi, tüm bunları yaşayabileceğimi,
dahası Veneto bölgesinde bir belediye binasının duvarına adımı yazdırabileceğimi
hiç ama hiç düşünemezdim. Artık, duygularımı anlatmaya kelimeler
yetmez olmuştu. Mutluydum, gururluydum, heyecanlıydım ama bunların
çok ötesinde duygularla doluydum. Ve, her şeyi “Venedik”e borçluydum.
Bir sonraki gün, Livia bizi Padova tren istasyonuna bıraktı. Cittadella’da
Lorena ile buluştuk. Bu güzel Ortaçağ kentinde kısa bir tur yaptıktan
sonra Lorena’nın yaşadığı Tombolo’ya geçtik. Bizi tüm ailesinin
bir arada olduğu evine götürdü. Romano’nun evindeki sıcak aile ortamını
burada aynen gözlemledik. Bizim geleneksel Anadolu aile yapısı dediğimiz
ve şimdilerde yavaş yavaş unutulmaya yüz tutmuş olan o sıcaklığın
burada halen yaşatıldığını görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Anne,
baba, kardeş, gelin, iki erkek çocuk ve eş... hepsi bir arada, bizi
aileden biri gibi karşıladılar. Anne bize harika yemekler hazırlamıştı.
Üstelik de sonsuz bir nezaketle, et yemediğimizi göz önüne alarak,
İtalyan mutfağının nefis tatlarını sundular; Deniz ürünlü makarna,
peynir, şarap, salata....
Yemekten sonra Ugo arabasıyla bizi almaya geldi. Anne hemen ona
da yiyecek bir şeyler hazırladı.Ugo da onlar için aileden biri gibiydi.
Aynı zamanda Lorena’nın okulunun müdürü olan Ugo ona hep baba gibi
davranıyordu. Lorena’nın minik ve sevimli oğlu Francesco’yu da yanımıza
alıp kuzeyin en güzel kentlerinden Bassano del Grappa’ya gittik.
Burası, bugüne kadar gördüğüm en güzel manzaralardan birine sahipti.
Hele, o muhteşem Palladio köprüsü... Asıl adı Ponte degli Alpini
olan köprüyü sanatçı 1569’da tasarlamıştı. Uzaktan Floransa’daki
Ponte Vecchio’yu andıran bu köprü ahşaptan yapılmış ve birkaç kez
yıkıldığı için aslına sadık kalınarak yenilenmişti. Alplerin eteklerinden
Venedik Lagünü’ne ulaşan Brenta’nın, yemyeşil bir bitki örtüsüyle
kuşatılmış bu güzel manzaralı nehrin iki kıyısına yerleşmiş Bassano’ya
asla doyamadık ve bir dahaki sefere buraya çok daha uzun zaman ayırmaya
karar vererek Fontaniva’ya geçtik. Ugo’nun evinde bizi eşi ve kızı
ile birlikte kapıya asılı duran kocaman bir Türk bayrağı karşıladı.
Yaşlı annesiyle teyzesi bahçede sessizce oturuyorlardı. Dış cepheye
ise, Paflagonia Projesi’nin Bartın Gazhane binasında ve Fontaniva
Belediyesi’nde bulunanlarla aynı ölçüde yapılmış logosu işlenmişti.
Bir yıldır, her gün iş dönüşü eline fırçasını alarak logoyu tamamlamaya
çalışan Ugo, bunu yaparken dinlendiğini ve çok mutlu olduğunu söylüyordu.
Onun da tutkusu buydu; Paflagonialı Enetlerin izini sürmek... Dönüşte,
trenle geldiğimiz yolu bu kez otobüsle kat ederek Padova’ya ulaştık.
Livia’nın arabasıyla yeniden Romano’nun evine döndük.
Ertesi gün, Livia bizim şerefimize buradaki tüm arkadaşlarımızın
katılacağı bir davet veriyordu. Onlara, bize özgü tatlar sunmak
için hazırlık yapmam gerekti. Ama, bu kez de Livia’nın anne ve babası
bizi evlerine davet ettiler. Baba gerçek bir Venedikli idi ve Venedik’le
ilgilendiğimi bildiği için benimle mutlak konuşmak istiyordu. Latince
ve Grekçe de bilen baba tarihe çok meraklıydı ve Venedikli olmak
onun en büyük gurur kaynağıydı. Evin salonu tam anlamıyla bir kütüphaneye
dönüştürülmüştü. Baba, önce benim bilgilerimi sınadı ardından da
detaylara girdi. Troia Savaşı’nda her ne kadar Paflagonialı Enetler
Troialıların yanında yer aldıysa da, babanın gönlü Akhalar’ın tarafındaydı.
Bunu daha önce Ugo ile de tartıştıklarını söyledi. Antik Yunan’a
karşı garip bir hayranlığı vardı. Anlaşılan Helena’yı kaçırdığı
için Paris’e öfkelenmişti! Tarih tutkusunun peşinden Anadolu’ya,
Ürdün’e, Mısır’a, Yunanistan’a ve güney İtalya’ya defalarca gitmişti.
Sonra söz dönüp dolaşıp çapkın dük Andrea Gritti’ye geldi. İstanbul’da
bıraktığı üç gayrı meşru çocuğundan söz ederken kütüphanesinden
onun hayatının anlatıldığı kocaman, ciltli bir kitap çıkarttı ve
anlattıklarımı oradan da göstererek doğruladı. Aslında, onunla günlerce
sohbet edebilirdim. Biraz sivri dilli, oldukça önyargılı, aksi sayılabilecek
bir ihtiyar olmasına rağmen Venedik tutkumu çok iyi anladığına emindim.
Anne, tüm sohbet boyunca bizi mutfaktan dinlemişti. Yörenin en özel
yemeklerinden biri olan kabak çiçeği kızartmasını hazırlarken ara
ara bize katılıyor ve babanın huyunu bildiği için bana destek çıkarak,
babanın beni fazla sıkıştırmamasına özen gösteriyordu. Kızartma
işi bitince, beyaz şarabı açıp yanımıza oturdu. Bu kez, ortak yemeklerimizden
söz ettik, benzerlikler ve farklılıklar üzerine.
Dönüşte, akşamki davet için alış verişimizi yapıp Livia ile birlikte
eve gittik. Onlara, kocaman bir tabak patlıcan salatası hazırladım.
Romano’nun annesi beni dikkatle izliyordu. Bu arada o da harika
bir patlıcanlı turta hazırladı. Livia, yine bizim yiyebileceğimiz
tarzda, etsiz yemekler yapıp masaya yerleştirmişti. Romano mahzenindeki
şaraplardan birkaç tane getirip bardakları çıkardı. Bardak diyorum,
çünkü nedense onlar şarabı su bardağı ile içmekten hoşlanıyorlardı.
Gün kararmaya başladığında arkadaşlarımız da birer birer gelmeye
başladılar. Beppe, Ugo, Emiliana, Dr. Zampieri, eşi, Lorena, Massimo
hep birlikte Paflagonia’da yaşadığımız güzel günleri Türkiye’den
taşıdığım iki yüz elli dia eşliğinde anarak müthiş keyifli bir gece
yaşadık ve ertesi gün Türkiye’ye uçtuk. Uçakta, bulutların üzerinde
süzülürken gerçekten “uçtuğumu” hissettiğimi hatırlıyorum. Venedik
tutkusu, beni bu kez Veneto’nun farklı noktalarında gerçek bir Venetolu
gibi yaşatmıştı. Uçağın tekerlekleri çoktan piste değmişti, oysa
ben hala uçuyordum...
Yeni heyecanlar, yepyeni projeler ...
Eve döner dönmez, Haziran ayının programını yapmaya koyuldum. Bir
yandan da, Ağustos’ta Bozcaada’da yapılacak II.Homeros Günü için
çalışmaya başladım. Bartın- Padova- Çanakkale- İstanbul arasında
müthiş bir telefon ve e-mail trafiğinin merkezindeydim. Toplantılar,
yazışmalar, görüşmeler derken 28 Haziran 2003’te yine Yeşilköy havaalanındaydım.
Ugo, Romano ve Loreno ile birlikte 2001’de bisiklet gurubunda yer
alan Giovanni ve Padovalı mühendis Pierluigi de gelmişti bu kez.
Hep birlikte Bartın Belediyesi’nin bize yolladığı araçla yola koyulduk.
Neşe içinde geçen keyifli bir yolculuktan sonra, bir kez daha Amasra’daydık.
Beş gün boyunca yine keyifli geziler yaptık ve ilerde yapacaklarımızı
planladık. Ama, hala Kuşkayası Yol Anıtı için izin alınamamış olması
canımızı sıkmıştı. Yine de, Mayıs’2004’de Padova yapılacak olan
Uluslararası Kardeş Kentler Fuarı’na davet edilen Bartın’ın yöreye
özgü el ürünlerini incelemek için çeşitli ziyaretler yaptık. Telkırma,
ahşap elişi ürünler, el dokumaları, lokum, ormanlardan toplanıp
kurutularak paketlenmiş doğal ve şifalı bitkiler konusunda fikir
birliğine vardık. Bu arada, Ugo ile Lorena yine boş durmamış, iki
arada bir derede Bartın Gazhane binasının duvarına Anatolia Projesi’nin
logosunu resmedivermişlerdi. Ugo’nun niyeti, projeleri geliştirip
çeşitlendirerek duvarın tamamını logolarla kaplamaktı. Lorena da,
ona asistanlık yapmak için çoktan gönüllüydü...
5 Temmuz günü, havaalanında vedalaşırken bir önceki kadar hüzünlü
değildim. Çünkü, Ugo’yu bir ay içinde yeniden gelmesi için ikna
etmiştim. 25 Temmuz’da alana inen uçakta Ugo’ya eşlik eden Emiliana
ile birlikte motorsikleti ile 2001’deki tura katılan Aladino ve
eşi Cristina da vardı. Hep birlikte doğruca Çanakkale’ye, Dardanos’taki
yazlığımıza gittik.
Çanakkale’de kaldığımız bir hafta boyunca, Ugo’nun “Emel ne olur
fazla yoğun bir program hazırlama, bu bizim yaz tatilimiz. Birazcık
da dinlenenlim” demelerine aldırmadan çok önceden ayarladığım randevular
sayesinde bir toplantıdan diğerine koşuşturduk. Aslında Ugo haklıydı,
ben de yorgunluktan ölüyordum. Ama bu fırsat bir daha ele geçmez
düşüncesiyle görüşebildiğimiz kadar fazla kişiyle görüşüp, bu projelere
Çanakkale’yi dahil edebilmenin yollarını arıyordum. Belediye Başkanı,
Turizm Tanıtma Derneği Başkanı, sivil toplum kuruluşları, Roma’nın
Nemi Belediyesi ile kardeş olan İntepe Belediye Başkanı, Arkeoloji
Müzesi Müdürü, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğretim üyeleri
derken ziyaretlerimizi tamamlayıp, Rotary’nin düzenlediği akşam
yemeğinde Paflagonia projesi nedeniyle Cittadella Rotary Kulüp üyeliğine
davet edilmiş olan Ugo için yapılan bayrak değişim törenine katıldık.
Bu arada, görüşmelerimiz esnasında ortaya çıkan yeni proje taslakları
konusunda bir Rotary üyesi olan belediye başkanından da çalışmalarımıza
destek sözü aldık.
Çanakkale’deki bu koşuşturmaca esnasında, arada denize girmek için
de küçük fırsatlar yaratıyor ama sahilde yine projelerimizden konuşmaya
dalıveriyorduk Ugo ile. Geceleri ve sabahın erken saatlerinde onu
hep balkonda bir başına kitap okurken görüyordum. Sürekli notlar
alıyordu. Bir ara beni yanına çağırdı ve kitaptan bir bölümü okumamı
istedi.
Antik Roma şairlerinin en büyüklerinden olan Catullo’nun bir şiiriydi
bu. M.Ö. I. y.y.da Gideros ormanlarından kesilen ağaçlarla yapılan
ve hırçın Karadeniz’i, Marmara’yı, Ege’yi, Adriyatik’i aşarak Garda
Gölü’nün sessiz bir köşesine çekilen tekneyi anlatıyordu. Gözleri
parıldayarak “bu şiiri tercüme edebilir misin?” diye sordu. Niyetini
hemen anlamıştım. Bu seyahati de tersine gerçekleştirmek için bir
proje oluştu yine kafanda, değil mi, diye sordum. Cevabı belliydi:
İtalya’dan Troia’ya, oradan da Paflagonia’ya teknelerle yapılacak
bir dostluk turu projesi... Adını hemen koydum: Progetto Pace, yani
Barış Projesi. Kulağa ne de hoş geliyor...
Bütün gece proje detayları üzerine konuştuk. Bisikletlerle olmuştu
ya, neden teknelerle olmasındı? Önce, sadece Veneto Bölgesi’nden
tekneler diye düşündük. Sonra, Roma’yı da katmalıyız derken....
Troia ile bağlantılı her merkezden birer tekneyi aynı gün Troia
önlerinde toplayalım dedik. Ugo, “düşünsene her ülkeden televizyoncular,
gazeteciler bu turu izleyecek, Troia günlerce manşetlere taşınacak
yeniden” diyordu müthiş bir heyecanla.
1 Ağustos sabahı erkenden kahvaltımızı edip denize girdikten sonra
Troia’ya doğru yola koyulduk. Günler öncesinde Korfmann’ı ziyaret
etmek için aradığımda bana “ sakın yemek yemeyin gelmeden önce”
demişti. Bunun bir öğle yemeği daveti olduğu belliydi. Bizi kapıda
yine her zamanki güler yüzüyle karşıladı. Kazı alanının yanı başındaki
barakaların önündeki o meşhur ahşap masasına, asırlık ağacın gölgesine
buyur etti bizi. O masanın meşhurluğu nice devlet adamını, sanatçıyı,
ünlü konuğu ağırlamasından geliyordu. Son derece mütevazı ama bir
o kadar da sıcak bir yerdi burası. Çaylarımız her zamanki gibi kocaman
su bardaklarıyla geldi. Korfmann, sabırsızlıkla Ugo’ya yıl boyu
yaptıkları çalışmaları, Ugo da sonsuz bir heyecanla Korfmann’a Troia’da
yaşanan gelişmeleri soruyordu. Ben bir yandan tercümeleri yapıyor
diğer yandan da kendi merak ettiklerimi sıralıyordum. Korfmann bazen
tercümeye gerek kalmaksızın cevabı veriveriyordu. Latince’den Fransızca’ya
bir çok dili biliyor olmasının avantajıydı bu elbette. “Sizi gayet
iyi anlıyorum ama konuşamam İtalyanca’yı” diyordu. Sonra, ona bir
gece önce hayalini kurduğumuz tekne projesini anlattık. Dikkatlice
dinledikten sonra, “neden olmasın?” dedi. Onun da gözleri parlamıştı.
Ama, bilim adamı titizliğiyle altyapı sorunları gelmişti aklına
öncelikle. Hep birlikte “neden olmasın” dedik, belki bir gün....
Yemekte bizi kazı ekibinin diğer üyelerine tanıttı. Sonra, diğerleriyle
birlikte tepsilerimizi ve tabaklarımızı güzelce temizleyip mutfak
görevlisine teslim ederek kazı bölgesine doğru yürümeye başladık.
Ugo, 2001’den bu yana ortaya çıkan yeni alanları gördükçe hayretler
içinde mırıldanıp duruyordu. Kocaman bir pamuk tarlasının ortasında
keşfedilen korunma hendeği ilgisini fazlasıyla çekmişti. Sorularının
ardı arkası gelmiyordu. Korfmann da, çalışmalarına böylesi ilgi
duyup heyecanlanan birini gördüğü için keyifliydi, anlattıkça anlattı.
Ama, zamanımız gittikçe daralıyor, Bozcaada’ya kalkan son arabalıyı
yakalama şansımız
azalıyordu. İstemeye istemeye vedalaştık Korfmann’la.
Günbatımında Bozcaada’daydık. II. Homeros Günü katılımcılarıyla
buluşup Korfmann’ın selamlarını ilettikten sonra o gün için özel
olarak hazırlanan şaraplarımızı yudumlayıp diğerleriyle sohbete
başladık. Edebiyatçılar, şairler, tiyatro ve müzik dünyasının önemli
isimleri, yazarlar, yayıncılar, Bozcaada aşıkları, Homeros tutkunları,
Troia sevdalıları hep bir aradaydık. Onlara, İliada sayesinde buralara
kadar gelen İtalyan dostlarımı tanıtınca bir anda ilgi odağı oldular.
Önce, müthiş bir sıcakkanlılık ve içtenlikle elini uzatan Ferai
Tınç oldu. Kendini tanıttıktan sonra benimle, Ugo ve diğer arkadaşlarımla
tanışmaktan çok mutlu olduğunu belirtti ve onları son derece akıcı
bir İtalyanca ile selamladı. Ardından eşi Lütfü bey geldi yanımıza
ve Fransızca konuşmaya başladı. Çalışmalarımızı duydukça onlar da
bizim kadar heyecanlandılar ve gece boyunca hep birlikte sohbet
edebilmek için bizi Haluk Şahin’in evindeki ziyafete davet ettiler.
Orada da hep Paflagonia Projesi’nden, Troia’dan, Venedik’ten, Homeros’tan
konuştuk, Belgin Şahin’in mükellef Türk yemeklerinden tadıp, özel
Homeros Günü şaraplarından içtik. Popüler Tarih dergisi yazı işleri
müdürü olan Lütfü Tınç, Ugo ile bana dergisinde Paflagonia Projesi
için özel bir bölüm açmayı ve yazılarımızı yayınlamayı teklif ettiğinde
kulaklarıma inanamadım. Yine bulutların üzerinde uçmaya başlamıştım.
Venedik, bu kez beni yine farklı noktalara taşıyacaktı. Uçtukça
uçuyordum sanki. Ama, bir günün içinde bu kadar yoğun yaşamaya alışkın
değildim ve ertesi gün, gündoğumunda, yine İliada okumaya başlayacaktık
her dilden. Diğerleriyle vedalaşıp, odalarımıza çekildik.
Sabah, henüz gün ağarırken, bu kez bir önceki yıldan daha büyük
bir kalabalıkla birlikte yine Troia’yı gören sahilde, elimizde İliada’larımızla
yerimizi almıştık. Saatlerce, her dilden okuduk, okuyanları dinledik.
Akşamüzeri, gün batarken gelecek yıl kaldığımız yerden İliada okumaya
devam etmek üzere sözleşip diğerleriyle vedalaştık ve Bozcaada’nın
diğer güzelliklerini yaşamaya koyulduk. Ertesi gün de, deniz, güneş,
balık, şarap derken arkamızda hoş anılar bırakarak İstanbul’a doğru
yola çıktık.
İstanbul’a dönünce ilk işim, “Homeros yine Tenedos’taydı, Kaikias
Kuzeydoğu’dan Tatlı Bir Esinti Yolladı” başlıklı yazıyı hazırlayıp
Popüler Tarih’e, Lütfü Bey’e yollamak oldu. Telefonda, bana yazıyı
çok beğendiğini, yayınlayacağını, ama Paflagonia Projesi yazımı
da bir an önce, mutlaka göndermemi beklediğini söyleyince dünyalar
benim oldu. Tüm gelişmeleri anında Ugo’ya iletip onunla paylaşıyordum.
Lütfü Bey’in bize yapmış olduğu, bir Türk’ün ve bir İtalyan’ın bakış
açısıyla Paflagonia Projesi’ni yazma teklifi, kafamızda yeni bir
fikir oluşturdu. Ugo ile bu konuda, Türkçe ve İtalyanca olarak,
fotoğraf ve çizimlerle süslenmiş bir kitap yazmak. Hemen işe koyulduk.
İki ay içinde “İliada’nın izinde Düşten Gerçeğe: Paflagonia Projesi”
ve “Viaggio in tre puntate nel Progetto Paflagonia, Anatolia, e...”
başlıklı iki yazı da görselleriyle birlikte basıma hazır haldeydi.
Hemen Ugo’nun metninin çevirisine başladım ve çok kısa sürede tamamladım.
Çalışmaları bir dosya haline getirince, bu neden sadece bir dergi
yazısı olarak kalsın ki, başlı başına bir kitap olabilir, diye düşünmeye
başladım. Benim yazım İtalyanca’ya çevrilince, iki farklı bakışla,
iki dilli, bol resimli bir kitap çıkabilirdi ortaya. Neden olmasın,
dedim. Ama nasıl? Çünkü, Ugo da ben de ekonomik olarak bunun maliyetini
karşılayamazdık. Ugo ile yazışmalarımız sonunda bunu Bartın Belediyesi’ne
sunup sponsorluk talep etmeye karar verdik. Sunum dosyasının özenle
hazırlanması gerektiğine inanarak profesyonel yardım almaya karar
verdim ve dostluğumuza dayanarak Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın
kapısını çalıp Nezih Başgelen’in karşısına çıktım.
Günlerce süren çalışmalar sonucunda ortaya çok hoş bir kitap taslağı
çıktı. Bunu, bir an önce Bartın’a ulaştırıp harekete geçmek için
heyecan içinde kıvranırken Amasra’dan gelen sürpriz davet beni yine
havalara uçurdu. Amasra Kent Kültürü Araştırmaları’nı sürdüren gönüllüler
ilk kez düzenleyecekleri toplantıya Paflagonia Projesi sunumu için
beni davet ediyorlardı. İnanılmaz bir gelişmeydi bu. Bir gün, Turizm
ve Otelcilik Yüksek Okulu’nda, ertesi gün de eski kilisede iki sunum
yapacaktım. Bu arada, Ugo’nun son olarak geliştirdiği ve iki ülke
okulları arasında bu tarihi yakınlığı vurgulayacak Arkeologando
Projesi’ni de tanıtacaktım. Proje, öncelikle gençler arasında tarih
bilincini artırmak, düzenlenecek yarışmalarla ve karşılıklı öğrenci
değişimi ile iki ülke gençliğini kaynaştırmak, üniversitelerde bilim
adamlarının katılacağı konferanslar düzenleyerek Paflagonialılar,
Troialılar ve Venetolular arasındaki 3200 yıllık bağı bilimsel olarak
da tartışmaya açmak ve nihayetinde yine “evrensel barış”a katkı
sağlamak gibi amaçlar taşıyordu.
Sunumda kullanacağım 250 dianın Troia bölümünü Emin çekmişti. Onun
için, benimle gelmesini istiyordum. Ayrıca, kitabın sunumunu bizzat
Nezih Başgelen’in yapmasının daha ikna edici olacağını düşündüğümden
onun da bizimle olması gerektiğine inanıyordum. Amasralı dostlarım
bu teklifimi büyük bir memnuniyetle kabul ettiler. Daha önceden,
projeleri tanıtan yazımı hazırlamıştım. Günler süren sesli okuma
provaları ile tüm metni bir saat içinde okunabilir hale getirdim.
Okumak üzere hazırlanmıştım ama o kadar çok prova yapmıştım ki,
bir de baktım bütün metin ezberime girivermiş bile...
2004’te yepyeni heyecanlar ...
15 Ocak 2004 günü, Emin, ben, Nezih bey ve eşi Amasra yoluna koyulduk.
Hepimiz farklı heyecanlar içindeydik. Otelde, benim için hazırlanmış
kocaman afişleri görünce üzerime aldığım sorumluluk, henüz birkaç
yıl öncesinde evinde, kendi kendine Venedik üzerine sessiz sedasız
araştırmalar yaparken buralara kadar gelmenin, bu şekilde gelebilmenin
verdiği gurur, bundan sonrasında yaşayabileceklerim beni çok farklı
duygularla buluşturdu, gözlerimde biriken mutluluk yaşlarını hissettirmemeye
çalışarak odama çekildim.
Sabah erkenden uyandım. Amasralı dostlarımla buluşup her birlikte
okulun yolunu tuttuk. Buradaki ilgi inanılmazdı. Belediye Başkanı,
okul yöneticileri, sivil aktivistler, öğrenciler toplantı salonunu
doldurmuş, sabırsızlıkla sunumu bekliyorlardı. Emin, dia makinesinin
başına geçti, Nezih beyin eşi Sema, sunumu başından sonuna görüntülemek
için video kamerayı aldı, Amasra Yelken Kulübü’nün başkanı Hüseyin
bey açılış konuşmasına başladı.
Öğrencilerin pek çoğunun ellerinde kalemleri, notlar aldığını ve
ilgiyle izlediğini görünce ben de anlattıkça coştum. Onları en çok
ilgilendiren Arkeologando Projesi olmuştu. Sunumun ardından çevremi
sarıp sorular sordular. Ama, hala Kuşkayası restorasyon izni alınamadığı
için İtalyan dostlarımızla gerçekleştirmeye çalıştığımız projelerin
riske girmekte olduğunu belirtmem onlarda biraz hayal kırıklığı
yarattı. Amacım, bu konuyu iyice vurgulayarak yetkilileri bir an
önce harekete geçirmekti. Ama, onların duyarsızlığını anlamam için
daha çok zaman geçmesi gerekti.
Öğleden sonra, Bartın Belediye Başkanı ile kitap sunumu için randevumuz
vardı. Hep birlikte, kitabın taslağını kolumuzun altına sıkıştırıp
makamına gittik. Ama o da ne? Başkan randevuyu unutup başka bir
şehre doğru yola çıkmıştı. Yardımcısının bizi dinleyebileceğini
söyleyip telefonda özür dilemekle yetindi. Nezih bey işini gücünü
bırakıp, koyu renk takım elbisesiyle karşısındaki ciddiye alarak
bu kitabın sunumunu bizzat yapmak için oradaydı. Onca yolu bunun
için mi gelmiştik? Başkan yardımcısı elbette ki, sunduğumuz kitap
taslağının önemini yeterince algılayamadı, hele ki kitabın maliyetini
duyunca, ki bu para o belediyenin bütçesi için oldukça önemsiz bir
rakamdı, bizleri yuvarlak cümlelerle güzelce ağırlayarak yolcu etti.
Kitabın Bartın desteğiyle basılamayacağını o an anladık. Hayal kırıklığımızın
yarattığı olumsuzluğu akşam bizim için hazırlanan güzel balık sofrasında
biraz olsun attıktan sonra, Amasralı dostlarımızla yapılanlar, yapılabilecekken
yapılmayanlar, yapılamayanlar üzerine sohbete başladık. Buraya çok
büyük umutlarla gelmiştim. Ama, anlatılanları dinledikçe umutlarımın
bir bir söneceğini hissettim. Burada bizi ağırlayan, yol, konaklama,
yemek masraflarımızı büyük bir özveriyle kendi ceplerinden karşılayan
bir avuç gönüllü, ne yazık ki, yetkililerin tavrı karşısında çaresizdi.
Daha sonra yaşayacaklarımdan habersiz, umudumu kaybetmemeye çalışarak,
Emin’le birlikte o çok sevdiğim, adeta sevdalandığım Amasra sahilinde,
sokaklarda dolaşırken dükkanların, kafelerin, otellerin camlarına
yapıştırılmış “Bir Efsanenin Peşinde... Söyleşi ve Dia Gösterisi...
Emel Altan Ege” posterleriyle biraz olsun umutlanarak, ertesi günün
hazırlıkları için odama çekildim.
Eski kilisede yerel basın mensupları, Bartın Belediyesi’nden temsilciler
ve yine Amasralılar bizi çok sıcak karşıladılar. Dayanılmaz soğuğa
rağmen sunum bitene kadar ilgiyle izleyip sorular sordular. Her
şeye rağmen burada olmak güzeldi. Döner dönmez ilk işim, Amasra
Sevdası’nı kaleme alıp yaşadıklarımı anlatmak oldu.
Yazılar devam ediyor ...
Ugo ile hazırladığımız kitabın basımı için sabırsızlıkla neler
yapabileceğimi araştırmaya koyuldum. Bütün amacım, Mayıs’ta Padova’da
yapılacak Uluslararası fuarda, Kardeş Kentler pavyonunda yer alacak
olan Bartın standına bu kitabı da koyabilmekti. Ugo ile sürekli
yazışarak çareler arıyorduk. Maddi olanaksızlık elimizi kolumuzu
bağlıyordu. Oysa, ne de anlamlı olacaktı.
Döndüğümden beri Bartın Belediye Başkanı’nı defalarca arıyor, kitap
için ikna etmeye çalışıyordum. Bir yandan da Popüler Tarih ile görüşmelerim
sürüyordu. Lütfi Bey, Ugo ile hazırladığımız yazıları yayınlamakta
çok ısrarlıydı. Ama, dialarımı da istiyordu. Bense kararsız kalmıştım.
Nezih Bey bir taraftan kitabı basabilmenin yollarını arıyordu, öte
yandan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden beni yine çok sevindiren,
Amasra sunumunun tekrarı davetini almıştım. O nedenle, dialarımı
hemen vermek istemiyordum. Bir de, Bartın’da yetkililer hala Kuşkayası
restorasyon izni almayı başaramadıklarından projelerin devamı riske
giriyor, ben de yazılarımda anlattığım konuların anlamını yitireceğinden
korkarak bunları ulusal basına duyurmak konusunda tereddütler yaşıyordum.
Zaten bu izin alınmadığı için Padova Belediyesi’nden gelen ödenek
geri gitmiş, tasarlanan diğer projeler askıya alınmışken Bartınlıların
fuara katılmaya niyet edemeyecekleri kuşkusunu da taşıyordum. Allak
bullak olmuştum.
Bu duygu karmaşasını yaşarken Andrea Gritti ile ilgili yazımı tamamladım,
San Teodoro yazımı yeniden düzenledim ve Lütfi Bey’e bunları önerdim.
Gritti yazım hemen kabul edildi ve bu beni yine mutlu etmeye yetti.
Ünlü dük, eskinin Venedik elçisi, çapkın Gritti’nin ilginç hayat
hikayesi dikkati çekmişti. “Venedik” bir kez daha imdadıma yetişmiş,
umutlarımı yeşertmişti.
Yine ilginç bir karşılaşma ...
Üniversitenin daveti, yazımın kabulü derken bir yandan mutluluklar
yaşıyor, diğer yandan kitabın ve diğer projelerin akıbeti konusundaki
belirsizlikten sancılar içinde kıvranıyorken, Çanakkale’den gelen
bir telefon yine sevinçten havalara uçmama yetti. Bu kez, yine İliada’dan
hareketle, Aeneas’ın ataları olduğuna inanan Romalılarla, Roma’nın
Nemi Belediyesi ile kardeş olan Çanakkale’nin İntepe Belediyesi
arasında yaşanacak buluşmada benim de bulunmam isteniyordu. Bunun
için, 25 Mart’ta Roma’dan gelecek dostları alıp Çanakkale’ye götürecektim.
İlk kez, bir İtalyan belediye başkanı ve heyeti ile birlikte olacağım
için heyecanlıydım. Ama, havaalanında ilk karşılaştığımız an kaynaşıverdik.
Sıcak kişilikleri, kibirden uzak halleri, bana karşı sevecen yaklaşımları,
Çanakkale yolunda altı saat boyunca yaptığımız samimi sohbet bizi
birbirimize bağlamaya yetmişti. Özellikle, onlara anlattığım Paflagonia
Projesi ve diğer tasarılarımız hepsini etkilemişti. Hem dillerini
oldukça iyi konuşmam (bu arada, çok yabancısı olduğum güney aksanı
beni hayli zorluyordu) hem de ülkelerini çok iyi tanımam, dahası
Venedik hakkında bir kitap yazıyor olmam onları hayrete düşürmüştü.
Çanakkale’de, önce İntepe’ye resmi ziyaret gerçekleştirip, Troia’yı
ve İda dağını gezdik. Büyülenmişlerdi. Bir gece onlar bize İtalyan
gecesi hazırladılar, ertesi akşam da biz onlara bir Türk gecesi.
Burada, karşılıklı olarak birbirimize mutfağımızın özelliklerini
tanıtırken kendi ülkelerimizin müziği eşliğinde de danslar sergiledik.
O törenlerde, bana Padova’da yaşayan Çanakkaleli bir rehberin de
katılacağı söylendiğinde o güne kadar karşıma çıkan profesyonellerinden
birini göreceğimi düşünerek tedirgin olmuştum. Mikrofonda çevirileri
yaparken adımın anlamını soran sevgili başkan Biaggi’ye Padovalı
dostlarımın da bunu sorduklarını ve söylediğimde çok ilginç bulduklarını
anlatırken, rehber Mesut’un hayretle bana baktığını fark ettim.
Emel – Altan ve Ege’ye onlar da “Tanyeri kızıllığında Ege’ye duyulan
arzu” şeklinde çok şiirsel bir anlam yüklemişlerdi. Ben, Mesut’un
bakışlarını buna bağlamıştım. Oysa, o “Padova” ismini duyunca ne
kadar şaşırdığını anlattı bana sonraki sohbetimizde. O güne kadar,
Çanakkale’de Padova’yı tanıyan birine rastlamamış, benim böylesi
yakınlıkla söz etmem karşısında da hayretler içinde kalmıştı. Bu
yolculuk, bana 18 yeni İtalyan dost edindirmekle kalmamış, Venedik
ve Padova’ya aşık bir yeni Türk dost daha kazandırmıştı. Üstelik
o da Çanakkaleli idi.
Çanakkale’den dönüşte, birkaç gün de İstanbul’u gezdik Nemili dostlarımla
birlikte. Bana hayran kaldıklarını söylemek kendini beğenmişlik
sayılmazsa anlatmadan geçemeyeceğim; Öncelikle dilimizi iyi konuşuyorsun,
İtalya’yı bizden bile iyi tanıyorsun, kendi topraklarını, Troia’yı,
İda Dağı’nı, efsaneleri, tarihini çok iyi anlatıyorsun, İstanbul’da
da bizi nerelere götüreceğini çok iyi biliyorsun, dediler. Boğaz’da
tekne turu, balık ziyafeti, Beyoğlu’da Hacı Abdullah’ın geleneksel
Osmanlı lezzetleri, Kapalıçarşı, Topkapı, Ayasofya, Mavi Cami, Halı
Müzesi, Çemberlitaş Hamamı, Kervansaray’da gece eğlencesi derken,
sıra İstanbul’daki en önemli buluşmaya geldi. Günler öncesinde görüştüğüm
İtalyan Kültür Merkezi müdürü Silvio Marchetti bizi merkezde düzenlediği
kokteylde sıcak bir şekilde ağırladıktan sonra, hep birlikte İstanbul
Başkonsolosu Luciano Pezzotti’yi ziyaret etmek üzere Venedik Sarayı’na
doğru yol aldık. 2001’de Ugo ile ilk kez karşılaştığımız o muhteşem
binada şimdi Nemi Belediye Başkanı ve Nemi delegasyonu ile başkonsolosun
huzurunda olmak bana sonsuz heyecan, mutluluk ve gurur veriyordu.
Bu kez, sarayın tüm odalarını başkonsolosun rehberliğinde geziyor
olmak tarifi imkansız duygular yaşatıyordu. Bu müthiş deneyimin
ardından bizler için ayrılık vakti gelmişti. Havaalanı’nda vedalaşırken
yine hepimiz kırk yıllık dostlar gibi kucaklaşıp ağlaştık.
Artık, yeni projelerin içine mutlaka Roma’yı da katmak gerekliydi.
Çünkü, heyetteki mimar Bruno, Nemi’de antik Caligula teknesi üzerine
bir projede çalışıyordu ve bizim Barış Projesi için çok heveslenmişti.
Troia önlerinde aynı gün toplayacağımız teknelerden birinin yelkeninde
mutlaka Nemi/Roma yazacaktı. Venedik, bu kez de bana Roma’nın kapılarını
açtı. Artık, orada da pek çok dostumun bana açılan kapıları olduğunu
biliyordum. Mutluydum.
Heyecan sürüyor ...
Tüm bu koşuşturmaca arasında, Emin’le birlikte uzun zamandır düşlediğimiz
bir çalışmayı gerçekleştirmiş, “www.ikiem.com” adlı internet sitemizi
hazırlamıştık. Emin’in büyüleyici fotoğrafları benim yüzlerce yazım
arasından seçtiğimiz metinlerle burada buluştu. Önceleri 9.000-10.000
derken kısa sürede ziyaretçi sayımız 26.000’lere ulaştı. Siteye,
dünyanın dört bir yanından girişler yapıldığını ay sonları gelen
detaylı raporlarda görebiliyorduk. Artık, farklı arama motorlarında
adımı yazdığım zaman benimle ilgili bir yığın sayfa geliyordu. Burası
Çanakkale Gazetesi de sıklıkla gönderdiği mesajlarda, yazılarım
dolayısıyla benim adımın yanında kendi isimlerinin de ön plana çıkmasından
hoşnutluğunu dile getiriyordu. Ayrıca, yazılarım ve bazı haberlerim
“www.bianet.org” tarafından seçilip yayınlanmıştı, gazetem de bunu
bana sevinçle müjdelemişti. “www.gezikolik.com” Benim Firenze’m
yazımı yayınlamaya başladığında yine çok mutlu olmuştum.
Derken bir gün, yine adımı yazıp, ne var ne yok diye aranırken,
İtalya’dan birilerinin benim Bell’Italia Ağustos-2000’de yayınlanan
San Teodoro çalışmama ile ilgili bir tartışmayı sayfalarına taşıdığını
fark ettim. “www.eticare.it”de benden ve yazdıklarımdan söz ediliyordu.
Anlaşılan, Venedikliler kendilerine ilk azizlerini pek çok bilinmeyen
özelliğiyle anlatan bir Türk’ten hayli etkilenmişlerdi. Bu, benim
için gurur verici olduğu kadar heyecanıma heyecan katmaya yetecek
bir itici güç olmuştu.
Şimdi, tüm zamanımı yıllar sonra ilk kez bulunacağım üniversite
ortamında yapacağım sunumun provalarına ayırıyordum. Bu kez, öğrencilere
ayrılmış sıralarda değil, kürsüde olacak olmak beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Yine evimde, yüksek sesli provalara başladım. Diaların sunumuyla
birlikte bir buçuk saati aşmayacak şekilde kendimi hazırladım.
19 Nisan 2004’te Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde, Kültür Merkezi
olarak kullanılan eski İtalyan Konsolosluğu binasındaydım. İliada’dan
başlayarak Paflagonia Projesi’nin tüm aşamalarını, salonda beni
gözlerini kırpmadan, dikkatle izleyen misafirleri sıkmaktan da korkarak,
bir solukta anlatıverdim. Hem de, önümdeki notlara bakmaya gereği
bile duymadan. Bir buçuk saatin nasıl geçtiğini benim kadar onlar
da anlayamamıştı. Benden bu kadar, dediğimde salondan hala çıt çıkmıyordu.
Anlattıklarımdan olduğu kadar performansımdan da büyülendiklerini
ifade etmekte gecikmediler. Ben de, sonsuz mutluydum. Ertesi günün
yerel yayınlarında benden söz edildiğini ve fotoğraflarımı görmek
Bartın’daki olumsuzlukları bir an olsun unutturmuştu.
Heyecandan hüsrana ...
İstanbul’a döner dönmez Popüler Tarih’in Mayıs sayısını sabırsızlıkla
beklemeye başladım. Dergiyi elime aldığımda ise, Paflagonia Projesi
ile ilgili kitabımızın hala yayınlanamamış olmasından dolayı yaşadığım
kırgınlığı bir kez daha derinden hissettim. Kuşkayası için yetkililer
gereken ciddiyeti gösterebilir, restorasyon için resmi izinler alınır,
yeni projeler hayata geçilirken bu kitabın basımıyla ve Padova’ya
taşınmasıyla hepimiz için yeni ufuklar açılabilirdi. Olmadı. İtalyan
dostlarımın yanına eski İstanbul elçisi ve Venedik Dükü muhteşem
Gritti’yi anlatan bir çalışmamın yer aldığı böyle bir dergi ile
gidebiliyor olmak da gurur verici idi elbet. Ama Ugo Silvello/ Emel
Altan Ege imzalı İngilizce, İtalyanca, Türkçe, üç dilli ve bol görselli
bir kitapla gitmek çok daha hoş olacaktı. Üstelik o kitabın adı;
“İliada’nın İzinde Düşten Gerçeğe Paflagonia Projesi” idi.
Mayıs ayı benim için bir yığın olumsuzlukla boğuşma dönemi oldu.
13-24 Mayıs tarihlerinde Padova’ya yapılacak resmi ziyaret için
davet almıştım almasına da, bu düşlediğim gibi bir ziyaret olamayacaktı
kuşkusuz. On gün süren Padova Fuarı’nda 250.000 ziyaretçiyi çeken
pavyonlardan birinde, Paflagonia Projesi hatırına Bartın için Padova
Belediyesi tarafından bir stand tahsis edilmişti, üstelik de bedelsiz
olarak. Burada, Veneto halkı için çok önem taşıyan ata topraklarının
“Paflagonia”nın en iyi şekilde temsil edilmesi gerekirken, Bartınlıların
bunu turistik geziye çevirmek istediklerini nereden bilebilirdim?
Bir yıl öncesinde, Padova heyeti ile birlikte yaptığımız Bartın
ziyaretinde tek tek belirleyerek fuara taşımaya karar aldığımız
ürünlerin yerine bambaşka ürünler konmuştu kolilerin içine özensizce.
Bu kez, İtalyan Kültür Merkezi ve Başkonsolosluktan dostlarım sayesinde
sorunsuzca, özel olarak davet edilerek vizemi almış olmak sevindirici
idi. Ama, böylesi önemli bir fuara bu şekilde katılıyor olmak içimi
acıtıyordu. Sorunlar havaalanında başladı. 20 Kişilik heyette uyumsuzluk
hemen göze çarpıyordu. Resmi heyette eşlerin de bulunuyor olması,
ziyaretin “temsili”den çok “turistik” olduğu izlenimini güçlendiriyordu.
Nitekim, öyle de oldu. Padova’ya tanıtım için değil de tatil için
gidilmiş gibiydi. “Adet yerini bulsun” diye hazırlanan tanıtım CD’sinin
kapağında “Çeşm-i Cihan” yazmak isterken “Eye of The Word” yazmışlardı,
yani “kelimenin gözü”. Ne demekse...
Padova Fuarı son derece iyi organize edilmişti. Bize ayrılan stand
yer olarak çok iyi konumdaydı. Uluslararası Kardeş Kentler standları
tam karşımızdaydı. Açılış, Padova Belediye Başkanı ile diğer kardeş
kentlerin belediye başkanlarının ve üst düzey yetkililerin katıldığı
büyük bir şenlikle yapıldı. Her dilden simültane çevirinin yapılabildiği
toplantı alanı hemen karşımızdayken bizden bir tek temsilci olmayışı
şaşırtıcıydı. Paflagonia’nın tanıtımı için gidilen bir uluslararası
fuara bir tek Türkiye haritasının bile götürülmemiş olması hayli
düşündürücüydü. Paflagonia temsilcilerinin böylesi bir fırsatı bulmuşken
Padovalı yetkililerle çeşitli toplantılara katılmak yerine, eşleri
ile birlikte o şehirden bu şehre gezmeleri affedilir gibi değildi.
Benim yanımda götürdüğüm Paflafonia Projesi kitap taslağı ile standımızı
ziyarete gelen İtalyanlara, zaman zaman 35-40 dakika süren İtalyanca
anlatımlarım, hatta bu anlatımlarımın arada TV kameraları tarafından
fark edilerek kayda alınması ve yayınlanması bir fayda verdi mi
bilemiyorum. Padova belediyesi, müzesi ve üniversitesinden temsilcilerle
yaptığımız toplantının da bizim heyetin bir başka şehre yapacağı
turistik gezi için, ciddi bir sonuca varılamadan alelacele tamamlanıp
bitirilmesi gibi son derece düşündürücü olumsuzlukların yanı sıra
Padova gazetelerinde ve TV’sinde bize yer verilmiş olması yine de
önemliydi. Padova’da, Pierluigi ile Adriana’nın evinde geçirdiğim
on bir günün ardından Paflagonia tanıtımı adına kayda değer hiçbir
gelişme olmazken, ben harika dostluklar kazanmanın mutluluğunu ve
keyfini yaşıyordum. Andrea Gritti ile ilgili olarak Popüler Tarih’te
yayınlanan çalışmam tüm İtalyan dostlarımın ilgisini çekmişti. Özellikle,
Livia’nın babası bir Venedikli olarak öyküsünü çok iyi bildiği bu
dükün kocaman fotoğrafının bulunduğu sayfaya bakınca “ ne muhteşem,
ne yakışıklı adam” diyerek düke hayranlığını dile getirirken, benim,
bir Türk’ün onunla ilgili bir çalışma hazırlamış olmasından da mutluluk
duyduğunu hissettiriyordu. Ama, kendime “yeni nesil Troialı” dediğim
için koyu bir Akha taraftarı olarak benimle şakalaşmaktan da geri
kalmıyordu.
Bir yandan fuarda yeni yeni dostluklar yaratıp eski (İtalyan) dostlarımla
yakınlığımı artırırken Bartın’dan gelen resmi heyeti ve fuardaki
başarısız tanıtımı açıkça eleştirmem “yeni nesil” Paflagonialılar’la
ilişkimi noktalamaya yetti. Bundan böyle, onlarla birlikte hiçbir
işe girişmeme kararımı çoktan vermiştim. Ama, Padova’dayken beni
telefonla arayıp 27 Mayıs’taki televizyon programına davet eden
Çanakkale Turizm ve Tanıtma Derneği başkanı Ahmet Kaşıkçı’yı kıramadım
ve canlı yayına katılıp Paflagonia Projesi’nin dünü ve bugününü
anlattım. Yüzümde on bir günlük zorlu deneyimin izleri, gözlerimde
bu “anlamsız” başarısızlığın hüznü vardı. Saatler süren Venedik
– Roma – İstanbul uçak yolculuğunun ardından altı saatlik otobüs
yolculuğu beni hayli yormuştu. Yıllardır Bartın için tamamen gönüllü
olarak, hiçbir karşılık beklemeksizin verdiğim onca emeğe, bunca
çabaya karşın, onların böylesi duyarsız davranışları üzüntü yaratmıştı.
Artık, Paflagonia’yı tümden unutmaya karar verdim. Ama, içim kan
ağlıyordu, Venetolu İtalyan dostlarımı bir türlü unutamıyordum.
Onlar da beni...
Eylül başında Çanakkale’de düzenlenen Troas Arkeoloji Buluşması’na
katıldım. Bölgede yıllardır kazı çalışmalarını sürdürmekte olan
uzmanlarla, en önemlisi de Korfmann’la yine birlikte olmak, son
dönem verilerini onlardan dinlemek yeterince heyecan vericiydi.
Etkinliğin son günü, her yıl yapılan veda partisine katılamadan
oradan ayrıldım ve İtalya’dan gelecek misafirlerimi karşılamak üzere
iskelede beklemeye başladım. Pierluigi ve Adriana Padova’dan kalkıp
Çanakkale’ye beni görmeye geliyorlardı. Onlarla yine Troia’yı ziyaret
ettik, Kaz Dağı’na çıktık. Sonra hep birlikte İstanbul’a dönüp birkaç
gün şehirde turladık. Biz, Adriana ve Pierluigi ile birlikte unutulmaz
anılarla dolu turlarımızı sürdürürken bu kez Ugo, Romano ve Fontaniva’nın
yeni seçilen genç belediye başkanı İtalya’dan gelerek Bartın ve
Amasra’ya doğru yola çıkmışlardı. Paflagonia Projesi’nin başından
beri ekibin “bensiz” ilk yolculuğuydu bu. İçimde tarifi imkansız
bir öfke, kırgınlık ve kızgınlık vardı. Padova’daki “anlamsız” başarısızlıklarını,
Kuşkayası anıtı restorasyon izni için yapılabilecekleri yapmadıklarını,
bana verdikleri sözleri yerine getirmediklerini yüzlerine haykırdığım
için “günah keçisi” olmuştum. Artık, Paflagonia adını bile duymak
istemiyordum. Ama, oradan dönüşlerinde İtalyan dostlarımı hiç olmazsa
havaalanında görmeden edemedim. Kırgınlığım onlara değildi. Beni
“yeni nesil” Paflagonialılar gücendirmişti. Öfkem, Paflagonia adına
değil kendi adına artılar bekleyenlereydi.
Alanda İtalyan dostlarımla yarım saat kadar süren sohbetimizin ardından
vedalaşırken, Romano ile Ekim’de yeniden buluşmak üzere sözleştik.
Bu kez, 7 kişilik gurupla yapacakları ziyarette hedefimiz Troia
idi. Onları yine alanda karşıladım, kiraladığımız minibüsle Çanakkale’ye
doğru neşe içinde yola çıktık. Troia’dan sonra onları son derece
büyüleyen Kaz Dağı’nı ve Assos’u da ziyaret ederek İstanbul’a döndük.
Şimdi, Kasım’da Roma’dan gelecek yeni misafirlerim için hazırlıklar
yapmam gerekiyordu. Çanakkale’nin İntepe’si ile kardeş olan Roma’nın
Nemi’sinden Mart ayında Türkiye’ye gelen İtalyan dostlarımdan, ünlü
tiyatro yönetmeni Giancarlo Nanni ve eşi idi bu kez misafirlerim.
Teatro Vascello’nun İstanbul’da sergileyeceği Sophokles’in Le Trachinie
(Trachis Kadınları) adlı oyunu için İstanbul’da kaldıkları süre
içinde onlarla yine İstanbul’un “altını üstüne getirdik”.
Hayatım: “Venedik” ...
Artık, iyiden iyiye yorulmuştum. Bundan böyle projelerle “boğuşmak”
yerine yeniden evime kapanıp yazılarımla baş başa kalmaktı en büyük
dileğim. Yine sürekli okuyor, yazıyordum. Uzun zamandır ayrı kaldığım
“Venedik”ime yeniden kavuşmuştum. Mutluydum, hem de çok mutlu...
2005’in Ocak ayında artık resmen bir “emekli” idim. Şimdi tüm zamanım
“Venedik”in olacaktı. Tek dileğim, ölmeden önce kitabımı bitirebilmekti.
Küçük kağıtlara aldığım notlar, defterler dolusu yazı, kesilip saklanmış
haberler... artık bir düzen içinde bilgisayara geçirilmeli ve bu
kitap tamamlanmalıydı. Elimdeki kaynakları taradıktan sonra okuma
işine bir son verip tamamen yazmaya yoğunlaşmalıyım diye düşünürken,
bir gün postadan bir paket geldi. Pierluigi bana yılbaşı hediyesi
olarak yeni çıkan bir Venedik kitabını göndermişti; Elzeviro yayınlarından
Veneziaenigma. Dünyalar benim oldu tabii... Muranolu köklü bir camcı
aileden gelen genç araştırmacı - gezgin - gazeteci Alberto Toso
Fei Venedik’in pek bilinmeyen, son derece ilginç öykülerine, efsanelerine
yer vermişti kitabında. Benim için bu kitap tam anlamıyla bir “hazine”
idi. Her şeyi bir kenara bırakıp kitaba “gömüldüm” doğal olarak.
Ama, bölüm bölüm ilerledikçe bazı yanlışlar gözüme takılmaya başladı,
notlar aldım. Sonra da bunları yazara ve yayınevine iletmeye karar
verdim. Son derece dikkatli bir üslupla yazdığım e-mail mesajıma
hemen yanıt almak beni çok şaşırttı. Yazar, hataları kabul ediyor,
bazıları için de daha detaylı araştırma yapıp yeniden yazacağını
bildiriyordu. Üstelik, benim gibi Venedik’i ve tarihini bu kadar
iyi bilen birini tanımaktan çok mutlu olduğunu, tanışmak istediğini,
yeni haberler beklediğini yazıyordu. Ben de ona Paflagonia Projesi’ni,
San Teodoro ile ilgili yaptığım çalışmayı, Tetrarchs heykelinin
İstanbul’da unutulan “tek” ayağının hikayesini anlattım. Tüm bunlar
ilgisini öylesine çekti ki, ilk fırsatta İstanbul’a gelmek istediğini
bildirdi. Artık, Venedik tarihini araştıran bir İtalyan partnerim
daha olmuştu, hem de gerçek bir Venedikli. Birbirimizi Venedik hikayeleriyle
zenginleştirmek üzere yazışmalarımızı sürdürmeye başladık.
Bu arada, Çanakkale’de özellikle Troia adına uluslararası çalışmalar
yapmayı amaçlayan yeni bir sivil oluşum şekillenmeye başlamıştı.
Troy International Center’in bir amacı da bölgedeki gelişmeleri
izleyen Türkçe ve İngilizce bir dergi çıkarmaktı. O güne kadarki
çabalarım nedeniyle bana da yazmamı teklif ettiklerinde yine havalara
uçtum. Aynı dergide Korfmann’ın da yazacak olması beni sonsuz gururlandırmıştı.
Üstelik, benim yazım diğer yazarlara ayrılandan çok daha fazla yer
kaplayacak olduğu halde kabul görmüş, dahası ilk aşamada Korfmann’ın
yazısı ile birlikte İngilizce tercümesi için İstanbul’a gönderilmişti.
Ama, yine şanssızlık beni buldu. Başta sponsorluk için güvence verenler
bir bir çekilmiş, dergi fikri de bizim yazılarla birlikte rafa kaldırılmıştı.
Derken bir gün, Ocak ayının son günü kapımın zili çaldı; gelen kurye
bana kocaman bir zarf uzattı. İçinden Troy Çanakkale isimli bir
dergi çıktı. İki dilli, uluslararası bir dergi çıkaramayacaklarına
karar veren yöneticiler bu kez yerel bir dergi çıkartmaya başlamışlardı
ve benim yazımı da burada kullanmak istediklerini belirtiyorlardı.
Yazım derginin Mart ayındaki 3.sayısında yayınlandı. Ugo ile hazırladığımız
kitabın metnini bir hayli kısaltarak onlara göndermiştim. Dergiyi
hemen Ugo’ya da yolladım. Önce, Popüler Tarih Dergisi sonra üç dilli
kitap hayali derken, Troy adı taşıyan bir dergide “İliada’nın İzinde
Düşten Gerçeğe Paflagonia Projesi” yazısını ve fotoğrafları görmek
dostumu yine de çok mutlu etmişti. Ben de mutluydum. Biraz buruk
da olsam, mutluluktu bu hissettiğim.
2005 bana uğurlu gelmişti sanki. Padova’ya 2003 ve 2004’te yaptığım
ziyaretlerde tanıştığım, Pietro Selvatico Sanat Enstitüsü müdiresi
ile sanat tarihi öğretmeninin bana yeni bir Türk-İtalyan ortak projesi
öneren e-mail mesajını alınca “kendi kabuğuma çekilme” kararımı
unutuverdim. İstanbul’dan bir sanat okulu ile “kahve” temalı bir
proje gerçekleştirmek ve bu konuda benden yardım almak istiyorlardı.
Kanım birden “yeniden” kaynamaya başladı. Yorgunluklarımı, kırgınlıklarımı,
küskünlüklerimi bir kenara bırakıp arayışlara başladım. Bir yandan
da yapılabilecekler üzerine hayaller kuruyordum. İstanbul ve Venedik...
kahvenin serüveni... ilginç öyküler derken kafamda yazılar ve projenin
detayları şekillenmeye başlamıştı bile. Önce, Kadıköy Anadolu meslek
Lisesi ile bağlantı kurdum. Sonra da, Kurukahveci Mehmet Efendi
ile. Firma yetkilisi önce (bir eczacı olduğum için) beni pek ciddiye
almaz gibi görünse de, kısa bir sohbetin ardından Venedik’in kafelerini,
kahvenin serüvenini çok iyi bildiğimi fark edip bir de İtalyanca
konuştuğumu ve pek çok kez Venedik’e gittiğimi duyunca, henüz tam
olarak şekillenmemiş proje için kahve ve kahve makineleri vererek
sponsor olmaya söz veriverdi. Lisede, bu proje için nasıl bir katkı
verebileceğimizi, projede nasıl yer alabileceğimizi kararlaştırmak
için toplantılara başladık. Padova-İstanbul arası yazışma trafiğinin
merkezinde yine ben vardım. Ama, resmi kurumlarla çalışmanın zorluklarını
artık iyice öğrenmiş olduğumdan çekingenliği tam olarak üzerimden
atamadım.
Aynı günlerde Yapı Kredi Yayıncılık’ın çıkardığı Gold Style Dergisi’nden
kendilerine gönderdiğim yazılardan 2002 Nisan tarihli “Kor Kızılı
Yazlar”ın yayınlanmak üzere seçildiği haberini aldım. Emin’in fotoğraflarıyla
birlikte onca zamandır “tozlu” raflarda bekleyen bir dosya daha
nihayet okurlarla buluşabilecekti. Mayıs’ta kendi yazılarımdan oluşan
arşivime bir dergi daha katıldı.
Galiba şansım açılmaya başladı, diye düşünüyordum ki, bir sabah
erkenden telefon sesiyle uyandım. Arayan, Cam Ocağı’ndaki arkadaşım
Filiz’di. Venedik’ten gelen Muranolu camcı Davide Salvadore’nin
İstanbul’daki çalışmaları süresince benden yardım istiyordu. Hiç
düşünmeden kabul ettim. Venedik yine bana ne sürprizler hazırlıyordu
acaba?
4 Haziran 2005 günü gerçekleşecek “1200*C Sıcaklıkta Kontrbas” isimli
etkinlik için çalışmalara başladık. Davide, ünlü ressam İsmail Acar’ın
cam vazolar üzerine çizdiği desenleri özel bir teknikle ölümsüzleştirirken
harıl harıl yanmakta olan ocağın karşısında ter döken biri daha
vardı; Kontrbas adlı tek kişilik oyununu sergileyen tiyatro sanatçısı
Metin Belgin. İsmail Acar, kontrbas ve kontrbasçı, padişah ve sultan,
eski İstanbul silueti önünde “felze”li tekne ve İznik çinilerinin
vazgeçilmezi kırmızı karanfilleri Davide için cam vazolar üzerine
resmettikten hemen sonra Bienal’le eş zamanlı sergi açmak üzere
Venedik’e uçmuştu.
Bu bağlantı, kafamda yeni bir yazı şekillendirecek gibiydi. Venedik
ve İstanbul... Her buluşma beni bir kez daha “Venedik”e taşıyordu.
Davide ile bir dinlenme anında sohbete daldık. Ona okumakta olduğum
kitabımdan, Veneziaenigma’dan ve Alberto’dan söz ettim. İnanılır
gibi değil! Davide Alberto’yu çok eskilerden beri tanıyordu, dahası
çok da yakın arkadaşıydı. O da, köklü bir Muranolu camcı aileden
geliyordu. Alberto ile yazıştığımızı söyleyince hemen telefona sarıldı,
ona bu müthiş buluşmayı bildirmek istiyordu. Alberto gibi bu inanılmaz
buluşmayı hayretler içinde izleyen biri daha vardı; Venedikli köklü
bir fırıncı aileye mensup olan Pierluigi. “Sana bir kitap gönderdim,
sen ne ilişkiler geliştirdin. İnanılmazsın Emel!” diyordu mesajında.
Yaşadıklarıma gerçekten ben de inanamıyordum. Sanki sihirli bir
el beni alıyor ve “Venedik”e doğru yönlendiriyordu. Ben, bir an
önce Venedik’le ilgili araştırmalarımdan bir kitap oluşturmaya çabaladıkça
“Venedik” benim hayatımı romana çeviriyordu sanki. “Neden Venedik?”
diye başladığım giriş yazısı neredeyse küçük bir öykü kitabına dönüştü.
Ve ne ilginçtir; yazdıklarımın hepsi de gerçekti.
Artık noktayı koymalı, “Benim Venedik’im” i anlatan kitabıma başlamalıyım
diye düşünürken posta kutumda bulduğum bir davetiye beni yine “Venedik”
e götürdü. Bu kez, İtalyan Kültür Merkezi beni, Venedik-Muranolu
ustalarla Türk cam sanatçılarını Dolmabahçe Sarayı’ndaki Camlı Köşk’te
buluşturan “Camda Sanatsal Yansımalar” sergisinin açılış törenine
davet ediyordu. Geçen yıl, yine İtalyan Kültür Merkezi’nin davetiyle
aynı sarayda katıldığım Fausto Zonaro sergisinde yaşadığım heyecan,
orada bulunmaktan dolayı duyduğum gurur bu kez kat be kat fazlasıyla
kaplamıştı tüm benliğimi. Alberto’nun mensubu olduğu Toso ailesinin
atölyelerinden getirilen eserleri de görünce, “ Venedik’te İstanbul,
İstanbul’da Venedik ... Sanatsal Yansımalar” yazımı kafamda çoktan
oluşturmuştum bile. Büyük Kanal kıyısındaki en geniş yapı olan Fondaco
dei Turchi’nin kemerli pencerelerinden İsmail Acar’ın çizgileriyle
suya yansıyan padişah ve hanım sultan portrelerini, İstanbul Boğazı’nın
belki de en güzel yerinde tüm ihtişamıyla yükselen Dolmabahçe Sarayı’ndaki
Murano camlarını, bir Venedikli, iki Türk sanatçıyı buluşturan Cam
Ocağı etkinliğini, Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil eden Hüseyin
Çağlayan’ın, yine Büyük Kanal’a doğru uzanan etkinlik afişini anlatan
yazıma şöyle başladım:
“ Venedik ve İstanbul... Tarihleri boyunca sıklıkla çatışan ama
asla birbirinden ayrı kalamayan ‘düşman kardeşler’ misali, her dönem
çekici, yaratıcı, sürprizlerle dolu benzerlikleriyle şaşkınlık yaratan
iki güzel kent. Biri ‘Adriyatik’in İncisi’, diğeri ‘Akdeniz’in Kraliçesi’.
Büyük Kanal (Canale Grande) ve İstanbul Boğazı; iki kıyısında yer
alan yüzlerce yıllık ihtişamlı yapılarla hayranlık uyandıran, dünyanın
en güzel iki ‘su’ yolu. Şimdi, günün farklı saatlerinde bu iki kentin
sarıdan kızıla, maviden yeşile, turkuvazdan laciverde dönüşen sularında
her zamankinden farklı yansımalar var. Venedik’te İstanbul’un, İstanbul’da
Venedik’in sanatsal yansımaları...”.
Yazım hemen kabul edildi ve 26 haziran 2005’te Radikal İKİ’de yayınlandı.
Yine mutluktan uçuyordum.
Venedik, hayatıma ilk kez 1974’ün Ağustos’unda girmişti. Şimdi,
2005’in Temmuz’u. O zaman, henüz 16 yaşındaydım. Bu ayın 19’unda
48 olacağım. “Hayatım: Venedik” demekte haksız mıyım?
Emel ALTAN EGE
5 Temmuz 2005 Salı
(Venedik’i düşlerken İstanbul’da)
Artık Venedik’i anlatmaya başlayabilirim.....
“ İNSANLARLA TANRISAL ŞEYLERİ KARIŞTIRMAK VE BÖYLECE ŞEHİRLERİN
BAŞLANGIÇLARINA BİR DEĞER KATMAK ESKİ İNSANLARIN İMTİYAZLARINDANDIR.”
TİTUS LİVİUS ( ROMA TARİHİ)
İsa’nın doğumundan birkaç bin yıl önce yaşandığı var sayılan Nuh
Tufanı’nın ardından sular yavaş yavaş çekilmeye, karalar ortaya
çıkmaya başlarken Alpler’in eteklerinden çağıldayan nehirler - Padus
(Po), Athesis (Adige), Medoacus (Brenta), Piavis (Piave), Liquenti
(Livenza), Tiliaventus (Tagliamento) – kendilerine yol bulmaya çalışarak
aşağılara, Adriyatik’e doğru hızla akmaya koyuldular ve önlerine
kattıkları çalı çırpı, ağaç gövdesi, balçık kütleleri, her ne varsa
denize taşıdılar. Bunlar, zaman içinde denizle kara arasında bir
set oluşturmaya başladı. Sonra da, şiddetli rüzgarın ve farklı akıntıların
etkisiyle belli noktalarda toplanıp, kıyıdan fazla uzak olmayan
adacıklara dönüştü. Alüvyonlarla sürekli beslenen bu yığınlar artık,
Adriyatik’in zaman zaman hırçınlaşan dalgalarına karşı koyabilecek
kadar güçlü bir yapıya kavuştu ve bu muhteşem lagünü yarattı: VENEDİK
LAGÜNÜ...
O zamanlar, buranın henüz böyle bir adı yoktu. Lagün, son derece
ıssız, bol tuzlu ve ortalama derinliği 60-70 cm.yi geçmeyen sığ
deniz suyuyla kaplı, göz alabildiğine bataklık ve sazlık bir bölgeydi.
Sadece üç noktadan – şimdiki adıyla Malamocco, Chioggia ve San Nicolo
boğazlarından – deniz sularının geçişine izin veren, kum tepeciklerinden
oluşmuş ince bir kara parçasıyla Adriyatik’in azgın dalgalarına
kapanmıştı. Bu sayede oldukça korunaklı olduğundan sıklıkla su kuşlarının
akınına uğruyor, envai çeşitte balık ve deniz canlısı için de vazgeçilmez
bir sığınak oluyordu.
Aynı dönemlerde, sahilden birkaç yüz kilometre uzaktaki Alpler’in
eteklerinde yemyeşil ormanlarla çevrili irili ufaklı yüzlerce göl,
yaban keçisi avcılarının uğrak yeri olmuştu. Bu göllerden – şimdiki
adıyla Terlago, Ledro, Calbricon, Lagorai, Buse gibi – birçoğunda
keşfedilen kamp bölgelerinde hala binlerce yılın izi barınmaktadır.
Bazı ilkel aletler ve cilalı çakıl taşlarının yanı sıra özellikle
Ledro Gölü içinde bulunan ve İ.Ö. 2000 yılına tarihlenen ahşap kazıklar
günümüze kadar ulaşmıştır. Bu bize, vahşi hayvanların saldırısından
korunmak için göllerin içine çaktıkları kazıklar üzerine inşa ettikleri
ahşaptan kamp kulübelerinde yılın belli dönemlerinde bu bölgede
avlanmaya gelen insanların varlığını düşündürmektedir. Evlerden
hiçbir iz kalmamış olsa da, dört bin yıldan beri göl suları içinde
çürümeden kalabilmiş olan bu kazıklar, Venedik evlerindeki temel
kazıklarının mantığını net biçimde açıklamaktadır.
Yaz aylarında ısının artmasıyla birlikte suları büyük ölçüde buharlaşan
lagün devasa bir tuzlaya dönüşüyordu. Bu dönemlerde, lagünü çevreleyen
anakarada yerleşmiş olan insanlar, dağlarda avladıkları hayvanların
etlerini uzun süre bozulmadan koruyabilecekleri tuzu toplamak, çeşit
çeşit balık, deniz canlısı ve su kuşu avlamak için büyük ihtimalle
altı düz tekneleriyle lagüne geliyorlardı. Pek çok zorlukları olsa
da, bu bölgede yaşam, yüzyıllarca bu düzen içinde sürmüş olmalı;
kışın Alpler’in etekleriyle Adriyatik’in arasında uzayıp giden yemyeşil
vadilerde kara insanı gibi, yazları lagündeki adacıklarda su kuşları
gibi...
Peki, kimdi bu insanlar ? Nereden ve ne zaman gelip bu bölgeye yerleşmişlerdi
? Bu konuda henüz net bir bilgimiz yok. O yüzden şimdi biraz efsanelere,
biraz da tarihçilerin iddialarına göz atalım:
Birçok tarihçinin üzerinde fikir birliğine vardığı temel kanı, (
şimdiki)Veneto bölgesi halkının atalarının İlliryalı Hint-Avrupalılar
olduğudur. İllirya, Tuna Vadisi ile Adriyatik’in doğu sahili boyunca
uzanan ve birçok kabilenin yaşadığı bir bölgedir. Tarihçi Appianos’un
aktardığı bir efsaneye göre, Deniz Tanrıçası Galateia’nın üç oğlundan
birinin adı İllyrius idi. Sicilya’dan göç eden İllyrius, kendi adıyla
anılmaya başlayan bu topraklarda yine kendi adıyla anılan halkı
yönetmişti. Trakyalılar ile komşu olan İlliryalılar birçok kabile
ve kabile guruplarından oluşmaktaydı. İşte bu kabilelerden birinin,
Veneto bölgesi halkının ataları sayılan Venetler ( farklı kaynaklarda
Henetler ve Enetler olarak da anılırlar) olduğu düşünülmektedir.
Tartışmalar araştırmalarla birlikte sürüyor olsa da, İlliryalılar’ın
da, Trakyalılar’ın da bir Hint-Avrupa dili konuştukları savı ağırlıklı
kabul görmektedir.
DEVAM EDECEK...........................................................................................................