Tarihçi Marin Sanudo 1400-1500 arası dönemde Venedik’te balıkçılığın
çok önemli bir geçim kaynağı olduğunun altını çizer ve şöyle der:
“Her yeni gün, Rialto ve San Marko’daki balık tezgahlarına çeşit
çeşit taze balık gelir. Akşam olunca ise, bu tezgahlarda tek bir
balık bile bulamazsınız.” Venedik balık tezgahları bugün de, her
sabah barbunyadan sardalyaya, karidesten mürekkep balığına, çeşit
çeşit, renk renk taze ürünle dolar taşar. Ancak artık, Sanudo’nun
dediği gibi akşama değil, öğleye kalmadan tüm tezgahlar boşalır.
Çünkü şimdilerde, çevredeki nehir ve göllerle lagünden gelen olağanüstü
çeşitlilikte deniz ürünü sadece Venediklilerin değil Venedik’i ziyarete
gelen çok sayıdaki turistin de sofrasını süslemektedir.
15.y.y.da Venedik sadece su ürünlerinin çeşitliliği ile göz kamaştırmıyordu.
Önceleri büyük miktarda tuz ticareti ile dikkat çeken Venedik’te
ipekçilik, pamuklu ve yünlü dokuma, çeşitli gıda ve şeker endüstrisi,
sanat ürünleri ve özellikle de tekne yapımcılığı hayli ilerlemişti.
Dünyanın en iyi camları burada üretiliyordu. Kimya endüstrisi, el
sanatları, sabun ve mum üretimi çok gelişmişti. Venedik, nakışta
ve dantelde de epeyce ünlenmişti. Alman Gutenberg’in matbaayı icadının
ardından, Giovanni da Spira 1469’da, onu örnek alarak Venedik’te
kurduğu matbaasında ilk kitabını bastı. 1469-1480 arasında, 16 tanesi
Almanlar, 6’sı Fransız ve Flamanlar, 21’i İtalyanlar ve 11’i de
çeşitli ülkelerden gelen insanlar tarafından kurulmuş 54 matbaada
4500 eser basılmıştı. Venedik kısa süre içinde Avrupa’nın en önemli
ve en büyük matbaa merkezi olmuştu. Henüz İstanbul’da matbaanın
bulunmadığı dönemde Osmanlıca eserler burada basılıp gemilerle Osmanlının
başkentine taşınıyordu.
Sanayinin ve ticaretin çok büyük gelişme göstermesi, iş gücü ihtiyacının
süratle artması kente büyük göçlerin başlamasına neden oldu, nüfus
hızla çoğaldı. Çok yüklü miktarda paranın el değiştirdiği Venedik
kentinin yapısında da önemli değişimler gözleniyordu. Gösterişli
saraylar, ihtişamlı kiliseler birbiri ardına inşa edilirken, kuyumcular,
ipekçiler, dantelciler, değerli kumaş ve kıymetli el sanatları satıcıları
birbiri ardına şık dükkanlar açmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından
büyük tacirler, zengin yabancılar, gemiciler Venedik’e adeta akıyordu.
Bu, Venedik eğlence hayatının da hareketlenmesi anlamına geliyordu
ve doğal olarak bu iş kolunda çalışan kadınların sayısında da müthiş
bir artış görüldü.
Bu yüzyıla kadar, genel tanımıyla “fahişelik” gizlice sürdürülen,
aşağılanan ve kabul görmeyen bir “meslek”ti. Hayat kadınlarının
halkın yaşadığı evlerin bulunduğu binalarda yaşamalarına ve meyhanelere
girmelerine asla izin verilmezdi. 1360 yılında çıkartılan bir yasayla
onlara Castelletto adı verilen Getto benzeri yalıtılmış bir alanda
yaşama zorunluluğu getirildi.(Buna bir anlamda “resmi genelev” diyebiliriz.)
Bu kadınların yaşadığı evler Castelletto’da yüksek duvarlarla çevrili
bir avluda bulunuyordu. Her evin bir “madrona”sı yani “mama”sı vardı.
Evlerin muhasebesini onlar tutar, vergileri onlar öderdi. Noel ve
Paskalya gibi kutsal günlerde burada yaşayan ve çalışan kadınların
erkeklere yaklaşması yasaklanmıştı. Kentte sadece Cumartesi günleri
dolaşabilirler, onun dışında kalan zamanda sadece Castelletto çevresinde
gezinebilirler ve karanlık basmadan evlerine dönüp kapılarını kilitlerlerdi.
Geceleri bulundukları binalardan çıkmaları ağır para cezası getiren
bir suç sayılıyordu.
Oysa, 15.y.y. sonlarına gelindiğinde Venedik ticari hayatında ağırlığını
hissettirmeye başlayan zengin yabancılar kentin sosyal yaşamını
da değiştiriyordu. Daha önceleri alt tabakanın yoksul kadınları
arasından çıkan fahişeler, oldukça iyi eğitimli, saraya özgü görgü
kurallarını çok iyi bilen, son derece şık ve bakımlı, müzikten,
edebiyattan çok iyi anlayan “kortezanlar” la yer değiştirmeye başladılar.
Venedik otoritesi de kente yeni yerleşen bu zengin yabancılar hakkında
istihbarat toplanması için kortezanların varlığından memnun görünüyordu.
Kortezanlar bu nedenle neredeyse yasal bir statüye kavuştular, toplumda
kabul gördüler ve hatta zengin sarayların ihtişamlı davetlerinde
kendilerine kolaylıkla yer bulur oldular. Onlar artık onursuz işler
yapan kişiler olarak anılmıyorlardı. Tam tersine, soylular sınıfınca
bile imrenilerek bakılan, övgüler alan, asil kadınların bile neredeyse
onların yerinde olmaya can attığı “gözdeler” haline gelmişlerdi.
Kortezanlar, o günlere kadar sert kanunlarla toplumdan dışlanan,
aşağılanan, kilit altında yaşamaya zorlanan fahişelerin aksine,
aslında tam da aynı “iş”i yapmalarına rağmen, kentin lüks semtlerindeki
son derece şık ve gösterişli evlerinde şatafatlı kıyafetleri içinde
kentin asillerini, sanatçılarını, edebiyatçılarını, diplomatlarını
ve zengin yabancılarını “ağırlamaya” başlamışlardı. Onlar, artık
Venedik sosyal yaşamının, dahası politik yaşamının tam da merkezine
“kurulmuşlardı”.
Bu dönemde kentteki asillerin % 50’si bekarlığı tercih etmeye başladığından
Venedikli soylu aileler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.
1509 Yılında yapılan bir sayıma göre Venedik’te yaşayan kortezan
sayısı tam 11.654 iken, bu “mesleği” icra etmeyen asil kadınların
sayısı 3.000 civarında idi. Matbaanın varlığı sayesinde, yerli ve
yabancı “misafirler” için kortezanlara ait isim, adres ve ücret
katalogları basılmaya başlanmıştı. Bir katalogda 3. Sırada yer alan
1. sınıf kortezan Anzola Becera, 30.sıradaki 1.sınıf kortezan Beta
Contessa, 109.sırada bulunan 2.sınıf kortezan Giulia Balbi bu isimlerden
sadece birkaçı idi. Kortezanların bu şekilde kentte söz sahibi olan
güçlü ve zengin kişilerle yakınlaşmaları ve onların sırlarını resmi
makamlara iletmeleri, yani bir nevi ajanlık görevi üslenmiş olmaları
saray yetkililerinin de onlara sağladığı ayrıcalığın gitgide artmasına
neden oluyordu. Bir yandan, bu sayede müthiş bir istihbarat ağı
kurulması sağlanmıştı, öte yandan da “dünyanın en eski mesleği”
neredeyse çok saygın bir iş koluna dönüşmüştü. Venedikli anneler
artık kızlarını “iyi” bir kortezan yapabilmek için “eğitmenin” yollarını
arar haldeydi.
Bir zamanlar kente gelen tacirlerin, gemicilerin gözdesi olan ve
aşağılanan alt tabaka mensubu genelev kadınları artık kendilerine
bir asalet unvanı gibi sunulan “kortezan” sıfatıyla adeta sınıf
atlamışlar, Venedik aristokrasisinin vazgeçilmezleri arasına girmişlerdi.
Ama bu durum, Venedik’in “ Avrupa’nın Genelevi” olduğu yakıştırmasına
neden olmuştu. Belki de, Avrupa, hatta dünya çapında ticaretin,
sanatın, kültürün önemli bir merkezi olmanın, çok büyük bir para
trafiğine ev sahipliği yapmanın bir bedeliydi bu...
Emel ALTAN EGE 30 Kasım 2004