LEGO MU, PUZZLE MI?

Bizim çocukluğumuzda henüz "LEGO" icad olunmamıştı. Üzeri resimli kağıtlarla kaplanmış tahta küplerle oynardık bu oyunu. Hayal gücümüze göre, kimi zaman evler, kimi zaman kocaman şatolar inşa ederdik. Kuleler olmazsa olmazdı. Saatlerce uğraşır, yapımızı tamamlar, biraz seyreder, sonra da yıkıverirdik. Yenisini yapmak yeni bir heyecandı. LEGO yaygınlaştığında oyun çağımızı geride bırakmıştık ama kardeşlerimizinkiyle kaçamak yapmaktan da geri durmamıştık. Bu harika plastik şekillerle yapılabilenler ne de çok çeşitlenmişti. Ana-babalar da bu oyuna ortak olmaya, yaratıcılık sınır tanımamaya başlamıştı. Sonra, bir PUZZLE furyası başladı. Sabrın sınırlarını zorluyor, tamamlayabilene müthiş keyif veriyordu. Tıpkı, bir arkeoloğun toprak altından çıkardığı binbir parçayı bir araya getirip, bulduğu nesneyi tanımlayabildiği an duyduğu keyif gibi. Öyle ya, yıllar yıllar boyu bıkıp usanmadan toprağı kazacaksınız, birbirinden metrelerce öteye sürüklenmiş, ufalanmış parçaları eşleyeceksiniz, bunları birleştireceksiniz ve birkaç bin yıl önceki haliyle insanlığın hizmetine sunacaksınız... Çok basit gibi görünen antik tapınak sütunlarını ayağa kaldırmak bile yıllar alır. Hangi parça hangisinin üzerindeydi, aradaki eksik parça neredeydi, aralarında dönemsel farklılıklar bulunan iki parçanın üst üste olmasının nedeni asırlar öncesine ait deprem sonrası tadilatı mıydı... Sorular, sorunlar birbirlerini kovalarken bakarsınız bir ömür aynı kazı bölgesinde tükeniverir. Yine de, birkaç asır toprağın altında öylece kalakalmış bir yapıyı LEGOnun parçaları gibi tek tek toplamak, sonra da PUZZLE çözer gibi bir bir yerine oturtup, aynen ayağa kaldırmak ve o haliyle görebilmek eminim ilk yapanlardan daha çok keyif verir bu uzmanlara. Peki ya sonrası...

Anadolu'nun tarih zengini olduğu artık tüm dünyanın malumu. Gün ışığına çıkartılabilenlerin toprak altında yatanların kaçta kaçı olduğu ise hala muamma. Yeterli ödenek yok, yeterli uzman yok, kazı sezonu üç ayla kısıtlı derken bir yığın sorun var arkeolojinin önünde. Zorlukları aşıp, bir tapınağı, bir tiyatroyu, bir antik kenti ayağa kaldırmayı, bizleri geçmişle yüz yüze getirmeyi başaranlar haklı olarak bu haliyle korunmalarını beklerler kuşkusuz. Gururla endişe hep yan yanadır onların gönüllerinde. Haksız olduklarını söyleyebilir miyiz?

Antik tiyatrolarda, binlerce kişiyi tıkıştırıp, yüksek desibelli konserler vermek son dönemin modası oldu. Yıllarca uzmanların yaptıkları "tehlikeli olur" uyarılarına kulak asılmadı. Sadece bu konserlerin başarısı konuşuldu, çılgıncasına alkışlandı. Yapıların taşları yerinden oynamaya, çatlamaya başladı, kimin umurunda? Bu tiyatrolar, yapıldıkları dönemi hatırlatan klasik gösteriler için kullanılıyor olsalar bir anlamı olurdu. Ses, ışık, sahne düzeni derken modern bir atmosfer yaratılan bu mekanlarda, mekan gerçekten anlamını yitiriyor. İnsanlar mekanın büyüsüne değil, elektronik enstrümanların kulakları sağır eden gürültüsüne kapılıp kendilerinden geçerken modern bir statta mı, yoksa ikibin yıllık bir tiyatroda mı olduklarını algılamıyorlar bile. O halde, Efes'i, Aspendos'u hala bu fantaziler için riske sokmak niye? Onların tek bir taşında bile emeği olan bir uzmanı yürek çarpıntılarıyla baş başa bırakmaya kimin ne hakkı var? Bu mekanlara öyle kolay sahip olmadık, kolay harcayamayız. Onlar ne LEGO, ne de PUZZLE...


EMEL (ALTAN) EGE 15 EYLÜL 2002