PAFLAGONIA GÜNCESİ 4


Bugün 1 Temmuz, Kabotaj Bayramı. Ne yazık ki hava kapalı. Kutlamaların ertelenmesi konuşuluyor. Bizim zaten yoğun bir programımız var. Ama yağış olursa işimiz çok zorlaşacak. Şoförümüz söz verdiği gibi tam 10.00'da bizi almaya geldi. Kuşkayası Anıtı'na gidiyoruz. Yolda yine Mehmet Bey'le karşılaştık. Yağış olursa çalışmamızın zor olacağını söyledik. Mehmet Bey'de çareler tükenmiyor. Hemen bir kamyonete kocaman güneş şemsiyeleri, plastik koltuk ve masalar doldurup, bir nefeste o yüzlerce basamağı çıkarak, bize anıtın yanında bir çalışma mekanı oluşturdu. Ben şimdilik yapılanları aşağıdan izlemeyi tercih ediyorum. Nasılsa yukarıda bana ihtiyaç yok. Çantamda iki gündür benimle gezen, tercüme edilecek bir metin var ve hiç zaman bulamadığım için hala yapabilmiş değilim. İşte fırsat; burada, arabanın içinde onları rahatça yapabilirim. Girolamo, orada yazılanları bilmek istiyor. Etrafta kuş cıvıltılarının dışında ses yok. Çalışmaya başlıyorum:

"Kuşkayası Anıtı - M.S. 41 - 54 yılları arası Roma İmparatorluğu'nun başında, savaşmak yerine ulaşım ve bayındırlık işlerine önem veren Tiberius Claudius Germanicus var. Eyalet valileri onun buyruklarına uyarak önemli çalışmalar gerçekleştiriyor. Doğu Eyaletleri İnşaat Ordusu komutanı Gaius Julius Aquilla, M.S. 50'ye doğru Amasra Gerede arasındaki dağ yolunu açtırdığı için yaşam boyu Bithynia- Pontus Bölgeleri valiliğine atanıyor. Ayrıca, bu yol üzerine de bu anıtı inşa etmesine izin veriliyor. Kuşkayası Yol Anıtı, Anadolu'nun tek, dünyanın da ilk örneklerindendir. Anıtın bir özelliği de, üzerinde bulunan kitabelerde barış ve dostluk mesajları bulunmasıdır. Amasra'ya 4 km. uzaklıktaki bu dinlenme noktası, yan yana iki at arabasını hareketine imkan verecek genişlikte, yani yaklaşık 5mt.enindedir. Anıtın yanında bir yol çeşmesi olduğu düşünülmektedir. Kaya üzerine kabartma olarak işlenmiş togalı insan figürü ile kartalın kafaları kopmuştur. Rölyefin imparatora mı, yoksa valiye mi ait olduğu henüz bilinmemektedir. Anıtın yan taraflarındaki iki kitabede Latince ve Grekçe yazılar yer almaktadır. Ayrıca aydınlatma nişleri bulunur. 19.y.y.da Anadolu'yu gezen Avrupalı araştırmacılar bu anıtı da incelemişler, kitabeleri okuyup, metinleri yayımlamışlar ve ressam Laurens de kendi yorumuyla çizimlerine aktarmıştır. Bu çizimlerde de görüldüğü gibi, bu yol o dönemde halen kullanılmaktaydı ve heykeller o tarihten önce tahrip edilmişlerdi. Daha sonra, şimdi kullanılmakta olan yolun açılmasıyla unutulan ve ormana teslim olan anıt, 1995 yılında yeniden hatırlanmış ve kendisini sarmalayan ağaçların dallarından ve yapraklarından temizlenerek ortaya çıkarılmış. 1999'da yola bu anıtı işaret eden bir tabela yerleştirilmiş ve geceleri de görülmesi için aydınlatma sistemi yapılmıştır."

Tercümeyi bitirir bitirmez, bir solukta ben de yukarı çıkıyorum. Girolamo ile Romano kendilerinden geçmiş, incelemeleri sürdürüyorlar. Fotoğraflar çekiliyor. Burada iki saatten fazla zaman geçirdik. Bu anıt onları fazlasıyla büyüledi. Her ne kadar Henetlerle doğrudan ilgili olmasa da Roma dönemine ait, yaklaşık 2000 yaşında bir anıt olması, üstelik böylesine büyüleyici manzaraya sahip noktada bulunması onların kararını etkileyecek sanırım. Ama daha inceleyecek pek çok bölge var. Hemen Amasra Müzesi'ne gidip, Müdür Bey'le görüşmek istiyorlar. Anıtla ilgili olarak yapılan çalışmalar konusunda ondan bilgi alıyoruz. Müdür Bey, bize temizleme çalışmaları esnasında çekilen tüm fotoğrafları veriyor. Birer de yorgunluk çayı ısmarlıyor. Değdi doğrusu, epeyce yorulmuştuk. Müdür Bey, Amasra üzerine yazılmış bir kitabı imzalayarak Girolamo'ya hediye etti. O da kendi kitaplarından birini ona gönderecek. Ayrıca, Müdür Bey'i Padova'ya davet etti. Çok sıcak bir ortam. İki meslekdaş, iki müze müdürü, gelecekte birlikte çalışmalar yapacak iki dost olarak vedalaştılar.

Arabayla Bartın'a gidip, Başkan'la buluşuyoruz ve herkes acıktığı için hemen bir kebapçıya dalıyoruz. Buralarda dolaştığımız artık tüm kentte duyulmuş, gazeteciler de etrafımızda dolaşmaya başladı, fotoğraflar çekiyor, konuşmalara kulak kabartıyorlar. Kebapçı ustası yabancı misafirler geldi diye bir özen,bir özen. Servis tabağını süsleye süsleye bitiremiyor. Domatesten güller, biberden, maydanozdan çiçekler, şişler, köfteler... hakikaten çok güzel bir sunum. Dayanamayıp fotoğraflarını çekiyor ve jet hızıyla yemeğimizi bitirip, yandaki pastaneye tatlı yemeğe gidiyoruz. Yörenin ünlü lokumu, şekerpare, baklava, kahve ikram ediliyor. Etrafımızdaki gazeteci sayısı daha da arttı. Kendi adıma neler yazılacağını merak ediyorum doğrusu. Çarşıdan Ugo'nun parçalanan sandaletlerinin yenilerini alıp, doğruca Kaman Köyü'ne uzanıyoruz. Muhtar çok mutlu, bizi çok sıcak karşılıyor. Israrla göstermek istediği kaya mezarlarına doğru yola çıkıyoruz. Bize ilerdeki tepeyi gösterip, "işte orada" diyor. Ama onda mesafe kavramı olmadığını öğrenmemiz için dere yatağından, kaygan zeminden, diz boyu diken ve çalıların içinden bir saatten fazla tırmanmamız gerekiyor. Her ulaştığımız tepenin ardından bir sonrakini gösterip, yine "işte orada" diyor. Bizler kızgın öğle güneşi altında ( sabahki havadan eser yok, gün boyu tek damla düşmedi), terden ve susuzluktan bitap onu takibe zorlanıyoruz. Orada tercümeye ihtiyaç duyulacağını düşündüğümden, henüz üç hafta önce ameliyat geçirdiğimi unutmaya çalışarak dişimi sıkıyorum. Ama son tepede pes ediyorum. Başkan yanıma bir yardımcısını bırakıp, beni görevden azadediyor. Biz bir ağaç gölgesinde dinlenirken onlar bir saatten fazla sürecek incelemelere başlıyorlar. Orman dokusu içerisinde yok olmuş kaya mezarlarının içinde çoktan talan yapılmış. Tahminen üç iskelete ait kemik parçaları bulunuyor. Müze arkeoloğu toprağı eşeleyerek buldukları kemikleri bir torbaya doldurmuş, hepsi incelenmek üzere radyokarbon testlerine gönderilecek. Kemiklerin yaşı tespit edildikten sonra da, ekip burada bir çalışma yapıp yapmayacağına karar verecek. Arabaları bıraktığımız yere dönünce, Muhtar yoldan ikiyüz metre içeride garip bir mezar taşı bulunduğunu ve mutlaka görmemiz gerektiğini söylüyor. Bu kez hep bir ağızdan itiraz edip, onun ikiyüz metresinin uluslararası kabul görmüş uzunluk ölçülerine uymadığına inandığımızı belirtiyoruz. O ısrarla, "bu kez gerçekten ikiyüz metre", diyor. O zaman bize buradan göster de ne kadar yürüyeceğimizi bilelim, deyince hemen ilerdeki koruluğu gösteriyor. Yola koyuluyoruz. O koruluğu geçiyoruz. Bir sonrakini de arkamızda bırakınca söylenmeye başlıyoruz. Artık kimsede hal kalmadı, ama Muhtar bize orayı göstermeye kararlı. Çaresiz yürüyoruz. Tepedeki ağaçların arasında, yatık duran prizmatik bir taş var. Üzerindeki işaretler gerçekten garip. Latin Haçını andırıyor. Ama Girolamo bunun pagan döneme de ait olabileceğini söylüyor. Mezardaki kemiklerin yaş tespitinden sonra bölgede geniş araştırma yapmak gerekebileceğini belirtip, oradan ayrılıyoruz. Muhtar, bu kez yeni açılmakta olan Amasra yolu üzerinde başka mezar taşları bulduğunu söyleyip, bizi kandırmayı başarıyor. Ben bu kez baştan pes etmiş durumdayım. Çünkü, dikenlerden bacaklarım kan içinde kaldı ve ayakkabım da yırtıldı. Artık, ne yürümeye ne de tırmanmaya niyetim yok. Benim gibi düşünenlerle birlikte arabada beklemeyi tercih ediyoruz. Zaten gidenler de pişman döndüler, işe yarar bir şey bulamamışlar. Muhtarın bir sonraki teklifi ertesi gün, öğle yemeğinde bize kuzu çevirmek oldu. Kabul edip, orada vedalaşıyoruz.

Şimdi de Lorena, gidip duvar resmini görelim,diyor. Erkekler ise, böyle bir yorgunluğun ardından Türk Hamamı isteriz, diyorlar. Akşam resmi veda yemeğimiz var. Saat 21.00'e kadar herkes özgür. Ben doğal olarak Lorena ile Gazhane'ye gidiyorum. Yapılanları görüntülemek, bir çay içip biraz dinlenmek benim de tercihim. Resim gerçekten harika oluyor. Herkes canla başla çalışıyor. Lorena yine iskelenin tepesine tırmandı, bir yerleri boyuyor. Enerjisine imrenmemek elde değil. Elleri, kolları, yüzü boya içinde kaldı, umursamıyor. Varsa yoksa burada bırakacağı iz. Öylesine mutlu ki...

Başkan bizi almaya geldiğinde, Lorena'yı iskelenin tepesinden indirebilmek için epeyce dil dökmemiz gerekiyor. Sonunda, elini yüzünü yıkayıp, yola çıkmaya hazır oldu. Erkekler de hamamdan çok mutlu döndüler, anlata anlata bitiremiyorlar.

Amasra'ya vardığımızda, Lorena ile birlikte bir duş alıp üzerimizi değiştirmek için onlardan ayrılıyoruz. Uçarcasına hazırlanıp, yarım saat içinde onlara katılıyoruz. Yemek yine ilk gün gittiğimiz balık lokantasında. Milletvekili Cafer Bey'de bizimle birlikte. Yine bol iltifatlı konuşmaları tercüme ediyorum. Eylül'de yapılacak Padova ziyareti üzerine uzun uzun konuşuyoruz. Ugo, Romano ve Girolamo yaşadıkları hamam keyfini kahkahalarla anlatıyorlar. Balıklar yeniyor, buz gibi beyaz şaraplar içiliyor. Herkes birbiri için kadeh kaldırırken, Ugo gözlerimin içine bakarak ayağa kalkıyor ve "Brindizi!" ,diyor. Ben bunun sadece bir şehir adı olduğunu bildiğimden garip garip yüzüne bakıyorum. Anlamadığımı fark etti. Anlaşılan, daha İtalyan kültürü ile ilgili bilmediğim bir yığın özellik var. Bu, özel kişilere kadeh kaldırıldığında söylenirmiş. Herkesin kadehi bana yönelince kızardığımı fark ediyorum, ama doğrusu pek de hoşuma gidiyor. Masada sesi güzel olanlar varmış, şarkılar birbiri ardına geliyor. Bartın türküleri, İtalyan klasikleri derken, Başkan'ın gözü sahilde turlayan tekneye takılıyor. Vilayet sınırları içinde ismen tanımadığı kişi yok, dersem abatmış olmam. Hemen, tekne sahibine ismiyle seslenip, "biz de geliyoruz", diyor. Orada ayrılıp, limana iniyoruz. Mehmet Bey, yine kaşla göz arası bir yerlerden soğuk beyaz şarap, plastik bardak ve çerez almış, onları ikram ediyor. Amasra denizden muhteşem görünüyor. Işıklar suya vurmuş, ay tepelerin arasında kızıl meşale gibi. Üst güverteye çıkıp, Lorena ile birlikte dans etmeye başlıyoruz. Diğerleri de bize katılıyor. Bunca yorgunluğun ardından, bunca hareket. Kimsenin uyumaya niyeti yok gibi. Ama yarın bizi yine uzun ve yorucu bir gün bekliyor. İstemeye istemeye otele dönüyoruz. Saat çoktan 02.00 olmuş.

EMEL (ALTAN) EGE