PAFLAGONIA GÜNCESİ 5


Bugün 2 Temmuz, yani Paflagonia'daki son günümüz. Zamanımızı biraz daha farklı değerlendirmek istiyoruz bugün. Yöreyi birer turist gibi gezeceğiz. Araştırma tırmanışları yapmayacağımıza seviniyorum. Restorasyon için ilk adımda Kuşkayası Anıtı'nda karar kılındı. İlgili bakanlıkların izni alınır alınmaz hazırlıklar başlayacak. Çalışmaların başlaması için de Haziran'2003 tarihi belirlendi. Girolamo, İtalyan uzman ekibe yardımcı olması için buradan da gönüllü arkeoloji öğrencileri bulunması gereğini defalarca hatırlatıyor. Ayrıca, anıta yakın bir yerde kamp kurmaları gerekecek. Ben anıta birkaç kilometre ötedeki bir köy okulunu göze kestirdim. Cafer Bey olabileceğini söylüyor. Ancak, Müze Müdürü müzenin yanında bir kamp yeri hazırlamaktan yana. Bunlar işin ayrıntısı elbette, ama bizler her detayı düşünmeden duramıyoruz.
Kahvaltıda Cafer Bey bize eşlik etti. Ardından, Ugo ve Lorena'yı alıp Bartın'a, Gazhane binasına götürdü. Onlar bugünlerini resme ayırdılar. Şimdilik gözleri başka hiçbir şeyi görmüyor. Ben, Romano ve Girolamo ile Amasra keyfi yapacağım. Sohbet ede ede sahilden yürüyoruz. Çarşı içinde dükkanlara girip çıkıyoruz. Ufak tefek hediyelikler aldık. Küçük meydandaki köylü pazarında envai çeşit sebze meyve var. Fiyatları görünce hayretler içinde kalıyorlar, her şey çok ucuz. Romano bol bol fotoğraf çekiyor. Buradaki günlük yaşamla ilgili sorular soruyorlar, bildiğim kadarıyla anlatıyorum. Canları dondurma istedi. Küçük limandaki parkın içinde denize en yakın masaya oturuyoruz. Kuş cıvıltıları, dalgaların sesine karışıyor. Onca yorgunluktan sonra bu sakinlik çok iyi geldi. Romano fikir değiştirip "çay" diyor, Girolamo dondurmada kararlı. En yaşlımız olmasına rağmen Girolamo müthiş enerjik, sürekli soruyor. Her şeyi merak ediyor. Anlatıyorum. Türkiye'yi daha yakından tanımak istiyor haklı olarak. Ne de olsa, önümüzdeki birkaç yıl yaz aylarını burada geçirecek. Kuşkayası Anıtı çalışmaları sürerken, araştırmalar da derinleştirilecek ve esas amaç olan Henet izleri aranacak. Kaman'daki kemiklerin yaşının tespiti bu nedenle çok önemli. Oradan beklenen cevap gelirse, bölgenin büyük kazı çalışmaları ile taranması gerekecek. Bu da, Padovalı kuzenlerin çok uzun yıllar boyunca buraya gelmesi demek. Karşılıklı işbirliği anlaşmaları demek, daha fazla turist gelmesi demek, para demek...
İstemeye istemeye parktan ayrıldık. Para bozdurmak istediklerini söylediler, bankaya gittik. Bizi uzaktan gören Mehmet Bey hemen yanımıza geldi, bizi ısrarla Müdür'ün odasına soktu. Burada, resmi olması gereken ilişkilerin bu kadar samimi sürdürülmesi onları hayrete düşürüyor. İtalya'da bir banka müdürünün odasına bu şekilde girivermek pek de kolay olmasa gerek . Mehmet Bey müdürün arkadaşı, bize çay ısmarlıyor. Romano, gözlerini kocaman açarak açarak bana bakıyor, hayretle. Alt tarafı birkaç dolar bozduracaklar, bu kadar ilgi onları çok şaşırtıyor. Mehmet Bey faktörü olmasa böyle olmaz tabii.
12.00'de otele döndük. Şoförümüz bizi almaya geldi, Bartın'a gidiyoruz. Önce Gazhane'ye uğrayıp resmi gördük. Muhteşem olmuş. Lorena dün gece bir sürü çizim yapıp, Henet savaşçısının kalkanına Avrupa Birliği sembolü oturtmaya çalışmıştı. Hepsi ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söylüyor: " Türkiye, Avrupa Birliği için çok önemli. Siz bizim için çok önemlisiniz. Sizsiz bir A.B. olamaz. Biz onun için bu amblemle sizi şimdiden A.B. içinde alıyoruz". Oybirliği ile karar verilen, oniki yıldızlı çember içine iki yarım daire olarak yerleştirilmiş Türk ve İtalyan bayraklarını tamamlamak üzereler. Bir tek istedikleri tonda yeşil için bekliyorlar. Ruşen Hanım ile Emin Bey işlerinin profesyoneli. Her ne kadar Lorena'ya yardımcı tayin edildilerse de, amblemin bu kadar güzel resmedilmesi onların eseri. Yine de, Lorena'ya çok saygılılar, ne derse yapmaya çalışıyorlar. Çeşitli boya karışımları hazırlayıp, onun beğenisine sunuyorlar. İskele hepsini taşıyacak güçte değil, ama umursamıyorlar. Herkes bir fırça darbesi ile iz bırakmak için tepede. Tahtalar çatırdıyor. Onları indirmek için dil döküyoruz. Hepsi çok heyecanlı, çok mutlu.
Nihayet, Başkan geldi. Dün muhtara söz verdiğimiz gibi Kaman'a kuzu çevirme yemeğe gidiyoruz. Meydanda misafirhane dedikleri köhne binanın kapısını açtıklarında hep birden hayret çığlığı atıyoruz. Doğrusu, böyle bir şeyle karşılaşacağımızı hiç mi hiç beklemiyorduk. Salonda upuzun bir masa. Üzerine en az elli- altmış yıllık beyaz iş bir örtü serilmiş. Rengarenk yapma çiçeklerin bulunduğu sepetler masaya serpiştirilmiş. Bembeyaz porselen tabaklar, peçeler, gözlemeler, salatalar, karpuz, yoğurt... Düğün sofrası gibi. Önce, bu güzel sunumu fotoğraflıyoruz. Servis masasında, kocaman bir tepsi içinde nar gibi kızarmış kuzu etleri ile ciğerli iç pilav var. Buz gibi ayranla servis ediliyor. Ev baklavasının köylü kadınlar tarafından tam kırk kat yufka açılarak hazırlandığını anlatıyorlar, gururla. Herkes çok mutlu, onlar yedirmekten, bizimkiler de yemekten... Sohbet dönüp dolaşıp, bu dağ köyündeki avcılığa geliyor. Ugo, ne avladıklarını sorunca, muhtar "bol miktarda domuz", diyor. Ugo hayretle "siz domuz yemezsiniz ki", diyor. " Ne yapıyorsunuz onları?" Muhtar, gayet doğal "öldürüp, bırakıyoruz", diye cevaplıyor. Ugo'nun şaşkınlığı iyice artıyor. "Yılda kaç tane?"sorusuna, "en az bin", cevabı alınca, hemen Başkan'a dönüp, "işte ticari işbirliği yapmak için müthiş bir fırsat, siz bu domuzları bize satarsınız, biz de işleyip tüm Avrupa'ya. Bu konuyu ciddi ciddi konuşmalıyız", diyor. Romano, Ugo'nun her gün domuz eti yemeğe bayıldığını söyleyince mesele anlaşılıyor. Ugo yine heyecanla, " biz çiftlikler kurup, onca para harcayarak üretmeye çalışıyoruz, siz öldürüp bırakıyorsunuz, bunu Padova'da mutlaka gündeme getireceğim",diyor. Lorena ile bu işin ne kadar karlı olacağını konuşup duruyorlar. Ben de dayanamayıp, " Ugo istersen bu projenin adını değiştirelim, Paflagonia Projesi yerine yerine Domuz Projesi yapalım", diyorum. Ama Ugo kararlı. Zaten tarih araştırmaları, karşılıklı öğrenci değişimleri gibi tarihsel ve kültürel işbirliği dışında, amaçlarından biri de ticari işbirliği kurmak. Bakarsınız oluverir. Zaten Muhtar dünden razı, Başkan da. Ugo, Padova'ya dönünce ilgililerle görüşmeler yapıp, sonuçları bildirecek. Neye niyet, neye kısmet... Dün, kaya mezarlarındaki kemiklerle uğraşırken, bugün domuz ihracatı konuşuyoruz.
Teşekkürler edip, vedalaştık. Şimdi, istikamet: Safranbolu. Başkan'ı Bartın'a bırakıp, iki araba ile yola devam ediyoruz. Girolamo ile Ugo diğer arabada, Lorena ile Romano benimle. Yemyeşil bir denizde yol alıyoruz. Her iki taraftaki ağaçlar birbirlerine doğru eğilmiş, yeşil bir kemer oluşturmuş. Yaprakların arasından süzülen ışık tam fotoğraflık. Ama diğer ikisi uyudular ve bu güzellikleri göremeden Safranbolu'yu buldular. Safranbolu'da hava puslu, hatta hafif hafif atıştırıyor. Önce, tepeden panoramik bir manzara izliyoruz. Bol bol fotoğraf çekiliyor. Girolamo ile Lorena çevremizi saran çocuklarla çocuk oldular, tahtıravallide birbirlerini tartıyorlar. Onları oradan çıkarmak zor oldu. Önce, Arasta Çarşı'sına girdik. Hepsi eşlerine, çocuklarına ve komşularıyla sponsorlarına bol bol hediye aldılar. Köşedeki lokumcu yine yolumuzu kesip, bize lokum ikram etti. Romano ile ben birer kutu almak için içeri girince, satıcı onların kim olduğunu sordu. Ben de geçen yıl başlayan projeyi kısaca anlattım. Adam gülerek duvarındaki resimleri gösterdi. Meğer, geçen yıl buraya geldiklerinde onlarla resimler çektirip, duvarına asmış. Hemen Ugo'yu çağırıp, onları gösterdik. Çok sevindi. Hepsinin birlikte fotoğrafını çektim. Adresi aldım ve bir kopya yollayacağımı, onu da duvara asmasını, gelecek yıl yeniden geleceğimizi söyledim.
Buradaki evlere hayran kaldılar. Özellikle de müze haline getirilmiş olana. Romano bir dükkana girip eşya almayı sevmezmiş, yaşanmış objelere meraklı. Onun için buradaki her şey onu büyülüyor. Mutfak eşyaları, halılar, tepsiler, kıyafetler. Hepsi muhteşem. Odalardan birinde yer sofrası kurulmuş, etrafına mankenler yerleştirilmiş, hepsi canlı gibi. Birden onları görünce hepsi bir ağızdan, "bizi yeniden sofraya oturtacaklar sandık, sanki bunlar da bizi yemeğe bekliyor zannettik", diyorlar. O sırada, Ugo'yu telefonla sponsoru Amerigo aradı. Ugo kendinden geçercesine yaşananları özetlemeye çalışıyor, ama anlatacak o kadar çok şey var ki, en az yirmi dakika konuşuyorlar. İstemeden kulak misafiri olduğum için her şeyden olağanüstü mutluluk duyduklarına bir kez daha şahit oluyorum.
Buraya kadar gelmişken Yörük Köyü'nü görmeden gitmek olmaz, deyip, birkaç kilometre daha yol alıyoruz. Film platosu gibi bir köy burası. Mimari çok ilginç ve tüm binalarda yaşanıyor. Hatta, ilerdeki büyük konakta mankenlerle çekim yapılıyor. Romano büyülenmiş gibi. Özellikle çeşmelerdeki eski musluk başlarına hayran kaldı. Bunlardan satın almayı çok istiyor. Ama buralarda böyle şeyler satılmıyor. Yaklaşık yüzelli yaşındaki, üçer dörder katlı ahşap konakların nasıl olup da böyle ayakta kaldığına şaşmamak elde değil. Çeşme başındaki kadınlar, bize bunlardan birini gösterip, "mutlaka görün", diyorlar. Kim olduğumuzu söyleyince bizden para almıyor, aksine daha bir ilgilenerek gezdiriyorlar. Sadece, ayaklarımıza galoş geçirmemiz isteniyor. Bizi gezdiren, meğer bu konağın sahibiymiş. Tam sekiz kuşaktır ailesinin burada yaşadığını anlatıyor gururla. Gerçekten de ilk katta ailecek yaşıyorlar, üst katları müze olarak hazırlamışlar. Duvar ve tavanlardaki kalem işleri tam 136 yıllık. Duvarlar keçi kılı tutkal karışımıyla sıvanmış ve orijinal. Boyalar doğalmış ve bir köşedeki tarihten hesaplanınca yaşı anlaşılıyor. Tavanda muhteşem ahşap işlemeciliği var. Ortadan sarkan sırlı cam top tüm ışığı toplayıp yansıtarak avize gibi kullanılmış. Geceleri de mum ve lamba ışığını yansıtırmış. Konağın bir dönemki gençleri İstanbul'da sarayda askerlik yapmışlar ve bir duvara Sarayburnu'nu resmetmişler. Duvar içi dolaplarının hiç birinde metal çivi yokmuş, her şey ahşap. Pencere pervazlarında ahşap işlemeler müthiş ince bir zevkin ürünü. Pirinç karyola, üzerinde yüz küsur yıllık beyaz iş örtüsüyle ve yastıklarıyla sergileniyor. Ayakucunda yüzlerce bebeyi büyütmüş ahşap beşik var. Hepsi hala kullanılacak kadar sağlam. Bir oda çeşitli dönemin giysileriyle dolu. Okuma odasındaki ahşap kütüphanede kitaplar dizili. Demek ki, bir zamanlar Anadolu köy evlerinin kütüphaneleri varmış, kitaplar okunurmuş. Hey gidi günler, neydik ne olduk. Osmanlıca bilmediğimden kitapların ne olduğu konusunda fikrim yok, ama görünüşleri ciddi kitaplar olduklarını gösteriyor. Rafta, 1900 yılına ait bir de Fransızca takvim var. Öylece kalakalmış. Kitapların hangi konuda olduğunu gerçekten bilmek isterdim. Neyse ki Osmanlıca bilen arkadaşlarım var, gelecek sefer onları da getirmeliyim buraya. Mutfak aynen korunmuş. Raflarda turşudan kesme makarnaya kavanoz kavanoz geleneksel ürün var. Yerde hamur tahtası, sanki biri gelecek hamur açmaya başlayacak gibi. Her şey o kadar canlı ki. Romano'nun yine içi gidiyor. Yerdeki kilimlerden, raflardaki dantel örtülerden gözlerini ayıramıyor. İki kat arasındaki merdiven sahanlığında bir koltuk yerleştirilmiş, Fransız stili. Yatar gibi uzanıp, dinlenmek için. Önünde, köye hakim bir manzara sunan pencere, müthiş keyifli bir köşe. Burada bütün bir günü geçirebildik, ama gitmemiz gerek. Hepimiz geldiğimize çok seviniyoruz, görmeseydik kayıp olacaktı bizler için.
Dönüş yolunda yol arkadaşlarım uyumayı tercih ediklerinden, ben de keyifli manzarayı sakince izleyip,kafamı dinlendirdim. Bartın'da yine Başkan'ın makamına uğruyoruz. Resmi bir veda töreni daha yapacağız. Hazırlanan kaseti bir kez daha izliyoruz. Ugo'nun gözleri yine yaşarıyor. Derken, çalışanlar ellerinde kocaman paketlerle kapıda beliriyor. Hepsi özenle hazırlanmış. Sırayla konuşmalar yapılıp, herkese hediyesi sunuluyor. Başkan dönüp bir tane de bana verince çok şaşırıyorum. Sarılıp beni de öpüyor ve teşekkür ediyor. Mutluluğumu anlatamam. Hepimizin hediyesi aynı; yörenin ünlü telkırma işinden kumaş üzerine işlenmiş Paflagonia amblemi şık bir ahşap çerçeveye yerleştirilmiş. Telkırma Türk bayrağı, telkırma fular, Amasra işi ahşap salata kasesi, hepsi birbirinden değerli. Çerçeve ile bayrak çalışma masamın üzerinde asılı. Sürekli bakıp, buradaki güzel günleri anıyorum, gururla ve mutlulukla...
Akşam yemeği Taşhan'da. Başkan, " burada saç kavurma yemeden gitmek olmaz",diyor. Bölgenin çeşitli otlarından hazırlanmış zeytinyağlı mezeler gerçekten de harika. Romano ile Girolamo bir yandan bu tarihi hanın mimarisini inceleyip, yapısı üzerine tartışırken, diğer yandan da restorasyonu için fikir yürütüyorlar. Yemeğimizi yine her zamanki gibi neşe içinde yedik. Ama ayrılığın hüznü yavaş yavaş içimize çöküyor. Veda vakti gelince herkes ağlamaklı oldu. Eylül'de Padova'da yeniden buluşma dileğiyle Bartın'a, Başkan'a ve bizi uğurlayanlara el sallayıp, Amasra'ya, otelden eşyalarımızı almaya gidiyoruz. Mehmet Bey yine orada, bizi bekliyor. Uzun teşekkür ve veda cümlelerinin ardından aracımıza yerleşiyoruz. Girolamo artık pes etti. Uyuyor. Romano arka koltuğa boylu boyunca uzandı. Lorena ve Ugo cin gibiler. Arkadaki masada anılarını yazıyorlar. Lorena benim günlük yazdığım deftere göz koydu. Sabaha kadar defterin yarısını o doldurdu, diğer yarısını ben zaten çoktan doldurmuştum. Anlatacak o kadar çok şey vardı ki.
Şimdilik elveda "PAFLAGONİA". Buraları, herkesi çok özleyeceğim.

EMEL (ALTAN )EGE