|
İstanbul’daki elçilik görevini (1582-1585) tamamlayarak Venedik’e
dönen balyos Gianfrancesco Morosini ( Osmanlı’da Venedik elçileri
İtalyanca –bailo- kelimesinden türetilen bu unvanla anılırdı), her
zaman yapıldığı gibi, Venedik Senatosu’nda sefaretnamesini okurken,
ilk kez, Türklerin “kahve” adını verdikleri koyu renkli sıcak bir
içecek içtiklerinden söz ediyordu. Kahvenin, mis gibi tahmis (kuru
kahve) kokan sokaklardaki kahve dükkanlarında, insanların bir araya
gelerek sohbet ettikleri bir ortamda keyifle içildiğini ve bu gizemli
içeceğin insanları uyanık ve zinde tuttuğunu ekliyordu. Balyos olarak
en önemli görevi İstanbul’daki siyasi, sosyal, ekonomik tüm gelişmeleri
Venedik’e bildirmek, bunu layığıyla yapabilmek için de sarayın güvenini
kazanıp güçlü bağlar geliştirerek bizzat sosyal yaşamın içinde yer
almak olan Morosini, Venedik’li Nurbanu Valide Sultan’la kurduğu yakın
ilişkiyle de tanınırdı.
Valide Sultan ya da Nurbanu Sultan olarak bilinen Venedik kökenli
Cecilia Venier Baffo 1525’te Paros’ta doğmuştu. Babası Venier ailesinden
Nicolo idi, annesi de asil Baffo ailesine mensuptu. Korfu yakınlarında
gemi ile yaptıkları bir yolculuk esnasında, 1537’de Barbaros Hayrettin’in
adamları tarafından kaçırılarak 12 yaşında Topkapı Sarayı’na teslim
edilen Cecilia, güzelliğiyle II. Selim’i büyüleyince Nurbanu adını
alıp onun gözdesi olmuş, 22 Aralık 1574’de tahta geçen oğlu III. Murat’la
birlikte yönetimi ele alınca da Valide Sultan olarak anılmaya başlamıştı.
Venedik- Osmanlı ilişkilerinde dikkat çekici çabalarıyla tanınan Valide
Sultan’ın Venedik Dükü Nicolo Da Ponte’ye balyos Morosini aracılığıyla
gönderdiği mektuplar halen Venedik Şehir Arşivi’nde saklanmaktadır.
Bir yandan Osmanlı ile Venedik arasında kıyasıya savaşlar yaşanırken
Valide Sultan, Akdeniz’de sükuneti sağlamak amacıyla girişimlerde
bulunmuş, dahası oğlu III. Murat’ı da yine kendisi gibi Venedikli
olan Korfu Valisi’nin kızı ile evlendirmişti. Sonradan Safiye Sultan
adını alan bu kız da tıpkı onun gibi bir Akdeniz yolcuğunda esir alınıp
saraya teslim edilmişti.
Nurbanu Sultan, 1546’da oğlunu doğurup II.Selim’in karısı olunca,
saraydaki yerini sağlamlaştırmanın rahatlığıyla Venedik ile bağlarını
sıkılaştırmıştı. Önceleri, balyos Marin Cavalli ile daha sonra da
balyos Nicolo Barbarigo ve balyos Paolo Contarini (1580-1582) ile
sık sık görüşerek Venedik’ten haber alıyor ya da oraya haberler gönderiyordu.
Ama, balyos Morosini ile ilişkilerinde farklı bir yakınlık vardı.
Ona, Venedik’ten iki küçük beyaz köpek yavrusu ve birkaç metre altın
işlemeli tülle astarlık ipek brokar siparişini verdiği mektubu teslim
ederken mis gibi kahve kokusu sarayı sarmış olmalıydı. Çünkü artık,
kahve İstanbul’da sarayın gözde ikramı olarak çoktan yerini almıştı.
Kahvenin bir ticaret malı olarak İstanbul’a ilk kez 1554’de Suriyeli
tüccarlar tarafından getirildiği ve 1555’te Halepli Hakem ve Şamlı
Şems tarafından Tahtakale’de ilk kahve dükkanının açıldığı rivayet
edilir. Ancak, daha önce 1546’da Habeşistan Valisi Özdemir Paşa’nın
kahveyi Sultan Süleyman’a tanıtmış olduğundan ve sarayda kahve içilmeye
başlandığından söz edilir. Kahve, İstanbul’da ilk kez tanıtıldıktan
sonra büyük ilgi görünce birbiri ardına kahve satan ve sunan dükkanlar
açılmaya, mis gibi tahmis kokusu da sokaklara yayılmaya başlamış,
1595’e gelindiğinde buradaki kahvehane sayısı 600’ü geçmişti.
Kahve ile, belki de ilk kez, Valide Sultan’ın sarayında tanışmış
olan Morosini’nin daha sonra mis gibi tahmis kokan sokaklarda gezinirken
bu gizemli içecekten etkilenip, bunu ünlü sefaretnamesine taşımış
olabileceğini düşünebiliriz. Ve yine, bir Venedikli olan Sultan’ın
kahveyi Venedikliler’e ulaştırmak için Morosini’den katkı isteyebileceğini
de... Ayrıca, kahvenin kolay reddedilemeyecek güzellikte bir içecek
olması yanında, kahvehanelerin ilginç atmosferinde dostlarla buluşulup
sohbet edilen bir ortama “bahane” yaratması da Morosini’yi etkilemiş
olabilir. Sonuç olarak, Venedik’teki resmi kayıtlarda kahveden ilk
kez söz eden o olmuştur.
İstanbul-Venedik deniz ticaretinin son derece yoğun olduğu dönemde,
ilk kez,1638-1640 yıllarında Alvise Contarini Venedik balyosuyken,
kahve ticaret malı olarak Venedik’e götürülmüştür. Bu dönemde, İstanbul
doğunun ve batının zengin çeşitlilikte mallarının depolandığı, satıldığı,
Haliç kıyısında büyük antrepoların bulunduğu bir merkezken, Venedik
de, yüklü miktarda ve çeşitte doğu malının gemilerle getirildiği,
buralarda depolandığı ve Avrupa’nın dört bir yanına dağıtıldığı bir
merkezdi. Gemilerle Venedik’e mal götüren Türk tacirlerin sayısı hızla
artınca 1621 yılında Büyük Kanal kıyısındaki 52 odalı görkemli saray
onlar için kiralandı. Ayrıca, 24 dükkanın bulunduğu yapıya mescit
ve hamam da eklendi. Muhtemelen Venedik sokaklarına “tahmis”in kokusu
ilk kez bu binadan yayılmıştı.
Kahve Venedik’e taşındıktan hemen sonra,1640 yılında kahve satan ilk
dükkan açıldı. Önceleri “şifa” niyetine tüketilen kahvenin aslında
keyif veren hoş bir içecek olduğunun fark edilmesiyle de popülerliği
arttı. 1683’te San Marco Meydanı’nda Procuratie binalarının kemerleri
arasında yer alan dükkanlardan birinde ilk kez içinde kahve içilen
bir dükkanın açıldığından ve tabelasında “Arabın Yeri” yazdığından
söz edilir. Bugün, Rialto’dan istasyona doğru uzanan Strada Nuova
üzerindeki ilginç kahve dükkanında olduğu gibi, o dükkan da içinde
çuval çuval kahve çekirdeği bulunan, kahvenin taze taze kavrulup çekildiği
ve buram buram tahmis kokan ortamda hemen pişirilerek küçük porselen
fincanlarla müşterilere ayak üstü tattırılan bir mekan olmalıydı.
İstanbul’daki kahvehaneler örnek alınarak, özel olarak hazırlanmış
bir mekanda insanların gelip uzun uzun oturabildiği, “kahve bahane”
diyerek koyu sohbetlere daldığı, günlük haberlerin alınıp verildiği,
gazete ve kitapların okunduğu, kimi zaman memleket meselelerinin tartışıldığı
ilk kahvehane “Arabın Yeri” yakınlarında Florian Francesconi tarafından
29 Aralık 1720 günü açılan Florian’dır. Açılışı Venedik’te çok büyük
ilgi görmüş olan bu kahvehane, dönem içinde ünlü yazarların, düşünürlerin,
sanatçıların vazgeçilmez uğrak yeri iken şimdilerde turistlerin gözdesi
olmuştur.
1568’de, Coducci’nin projesiyle Scamozzi tarafından başlatılan ve
inşası Longhena tarafından tamamlanan Procuratie Nuove adlı yapıda
yer alan Florian’dan sonra, Venedik’te Türk usulü kahve yapan İstanbul
tarzı kahvehane sayısı hızla artmış, meydandaki dükkanların hemen
hemen tümü kahvehanelerle donanmış, 1759’da sayıları 206’ya ulaşmışken
“tahmis”in o muhteşem kokusu da tüm Venedik’i sarmıştı.
Keşfi ile ilgili muhtelif rivayet bulunan kahvenin muhtemelen sıcak
Yemen çöllerinde başlayan öyküsü, İstanbul’dan Venedik’e doğru çıktığı
yolculukla sonlanmadı elbet. Buradan Marsilya’ya, oradan da Paris’e
ulaştı. Avrupa saraylarının vazgeçilmezleri arasına yerleşen Türk
kahvesi zaman içinde farklı pişirme yöntemleriyle, değişik isimlerle
yaygınlaşırken değişmeyen tek şey, kahvehanelerden, kahveci dükkanlardan
sokaklara yayılan mis gibi tahmis kokusu oldu her zaman.
Emel ALTAN EGE 15 Nisan 2005
|
|