YENİDEN "MERHABA" İSTANBUL



Bugün 3 Temmuz Çarşamba. 28 Haziran'da başlayan, "Paflagonia'ya Yeniden Dönüş" adlı programımızı tamamladık ve son durak İstanbul'a ulaştık. Saat sabahın altısı. Yol boyu doğru dürüst uyumadığımız için yorgunluktan dökülüyoruz. Yapacak en iyi şey, bir yerde oturup kahvaltı etmek. Onları, Sultanahmet'teki Yeşil Ev'e götürüyorum. Amacım, Turing tarafından İstanbul'a kazandırılan bu güzel binayı ve o güzel bahçeyi arkadaşlarıma göstermek. Onca, Anadolu evinden sonra, bir de eski İstanbul konağı görsünler istiyorum.

Bahçede açık büfe kahvaltı hazırlanmış. Etrafta henüz kimsecikler yok. Girolamo günlerdir kek, pasta sayıklayıp duruyordu. Masadaki kek tabağını olduğu gibi kapıp getiriyor. "Nasılsa açık büfe, az da yesek çok da yesek aynı parayı ödeyeceğiz", diyor muzipçe gülerek. Gerçekten de kek tabağında kırıntıdan gayrı bir şey kalmıyor. Bol bol çay içip dinleniyoruz. Romano, Bartın Nehri kıyısındaki Şelale'de gezdiğimiz değirmen- evde bana, " aynı benim evim gibi", dediğinde espri yaptığını sanarak, "ya evet benim evimde aynen böyle", demiştim. Oysa, gerçek sonradan anlaşılmış, evinin gerçekten üç katlı ve yedi yatak odalı kocaman bir malikane olduğu netleşmişti. Bu yüzden, "Padova'ya gelenlerin bir kısmını ben evimde ağırlayabilirim", diyormuş meğer. Şimdi de, bu cennet gibi bahçeye bakıp, "benim bahçem yaklaşık bunun yedi - sekiz katı kadar var",diyor. Artık ona inanmam gerektiğini biliyorum. Zaten yakında kendi gözlerimle de görebileceğim, çünkü Eylül'de ben de davetliyim.

Kahvaltımızı bitirdik, epeyce de dinlendik. Ama, hala müzelerin açılmasına bir saatten fazla zaman var. Önce, Sultanahmet Meydanı'na gidiyoruz. Buranın Hipodrom halini, Bizans dönemini, Venedik'e kaçırılan Quadriga Atları'nı anlatıyorum. Dikilitaş'ın öyküsünü Girolamo bir kez de elindeki kitaptan okuyor ve dört bir yanını inceliyor. Oradan, Meslek Lisesi'nin bahçesine geçip, doyumsuz İstanbul manzarasını seyrediyoruz. Aşağıdaki Hipodrom duvarı kalıntılarını inceleyip, Arasta Çarşısı içindeki Mozaik Müzesi'ni dışarıdan göstererek anlatıyorum. Sultanahmet Camii'nin merdivenlerini çıkarken çok heyecanlandılar. Ününü çokça duydukları Mavi Cami onları cezbediyor. Ama ana giriş kapısı henüz açılmamış. "Yan tarafa dolanın, oradan girersiniz", diyorlar. Oradan sultanın atıyla girmesi için hazırlanmış rampayı göstererek dönemin ihtişamını anlatıyorum. Hayretle dinliyorlar. Yan kapının önüne bir masa kurup bağış toplayan adam her dilden yardım çağrısı yapıyor. Biz içeri girmeye çalışırken birden yerinden kalkıp, sert bir üslupla "giremezsiniz!", diyor. Nedenini sorduğumda, "bu kapıdan sadece Türkler girebilir", diye cevaplıyor. Oysa hemen önümüzde biraz önce girmiş yabancılar var. Anlaşılan bağış yapmadan girmemizi engellemeye çalışıyor. Son derece sinirlendiğimden bağırarak, bunların müze yetkilileri olduğunu, davetli olarak Türkiye'de bulunduklarını ve ülkemize para desteği vererek arkeolojik çalışma yapacaklarını sıralayıveriyorum sert bir ifadeyle. Ardından da, kendisini cami yetkililerine şikayet edeceğimi söylüyorum ve arkamı dönüp merdivenlerden iniyorum. Diğerlerine, şimdi giremeyeceğimizi, ana kapı açılınca tekrar geleceğimizi söylüyorum. Neden bu kadar sinirlendiğimi pek anlayamıyorlar ama bir şey de sormuyorlar. Oradan, Arkeoloji Müzesi'ne geçiyoruz.

Saat tam dokuz. Kapı açıldı. Bilet fiyatlarını görünce beynimden vurulmuşa dönüyorum. Adam başı tam 15.000.000 Türk Lirası. İnsaf! Oysa, bu sabah Hürriyet Gazetesi'nde Doğan Hızlan, "Gezmek bir kültürdür" başlıklı yazısında, "o şehrin müzelerini bilmezseniz, anıtlarını tanımazsanız, efsaneleriyle, öyküleriyle gittiğiniz yerin lezzetine varamazsanız, boşuna vakit harcamayın, yorulmayın derim", diyordu. İyi de, Doğan Bey, bizler sizin gibi bedava gezemiyoruz, İstanbul'da bilet paralarını, bahşişleri ödemeden hiçbir müzeye, anıta sokulmuyoruz, ne yapacağız? Hemen aklıma bir çare geldi: Gidip, Müze Müdürü ile görüşerek, projeyi anlatıp, içeri biletsiz girmenin yolunu aramalıyım. Girolamo'nun Padova Müzesi Müdürü olduğunu belgeleyen kimliklerini alıp, biraz beklemelerini söyledikten sonra içeri daldım. Önce, müdür yardımcısını buldum, derdimi anlattım. Çok ilgilendi, "ne güzel, hemen kapıdan onları alalım, odamızda misafir edelim ve müzemizi gezdirelim", dedi. Bu kadar kolay olacağını düşünmediğimi mırıldandım kendi kendime. Dışarı çıkıp, Girolamo'yu alarak yeniden içeri girdik. Müdür Bey, bizi odasına kabul etti. Projeyi kısaca özetledikten sonra, kendisinden onları misafir etmesini rica ettim. Hemen itiraz etti. Mevzuat izin vermezmiş! Biraz üsteleyince, bir tek Girolamo'yu, o da meslektaşı olduğu için bedava alabileceğini, diğerlerinin bu parayı ödemesi gerektiğini kesin bir dille tekrarladı. "Önümüzdeki yıl Amasra'da çalışmaya başlarsanız, mutlaka Kültür Bakanlığı'ndan resmi yazı alın da, bir daha biletle uğraşmayın", diye akıl vermeyi de ihmal etmedi. Yine de teşekkür edip, odadan çıktık. Adam başı on beşer milyon verip, biletlerimizi aldık. İçeri girdik. Özellikle Girolamo, fetihten sonra hiçbir yıkıma izin vermeyip, yapıyı koruyan Fatih'e övgüler yağdırdı. Romano, devam eden çalışmaları restoratör gözüyle inceliyor. Girolamo elindeki kitaptan okuyarak detaylarla ilgili bir şeyler anlatıyor. Ugo, taş basamaklara ilişmiş, gözlüklerin ardına gizlenerek şekerleme yapıyor. Lorena zıp zıp dolaşıyor. Uzun uzun incelediğimiz birinci katı bitirip, doğal olarak çok daha ihtişamlı detaylara sahip ikinci kata yöneldik. Niyetim, onlara 1204'te, Haçlı Donanması'nın komutanı ve Venedik Dükü olan Enrico Dandolo'nun mezar taşını göstermek. Ama o da ne? Merdivenin başına bir bilet kulübesi daha kondurulmuş. Gözlerimize inanamadık: Tam on beşer milyon daha ödememiz isteniyor. Olamaz, soygun bu. İtalya'da bu paraya üç- dört müzeyi kapsayan kombine bilet alınabiliyor. Zaten, bizden başka bir tek kişi yok üst kata çıkmaya yeltenen. Orada da derdimi anlatmaya çalışıyorum. Ama nafile. Adam "talimat böyle, kimseyi bırakmam", diyor. Gülüyoruz, acınacak halimize. Son derece öfkeliyim. Evet, Doğan Hızlan Bey, bizler hepimiz gezmenin bir kültür olduğunun bilincinde insanlarız. "Türkiye'de ya da yabancı ülkede bir kente gittiniz, oranın müzelerini gezer misiniz? O kentin özelliklerini öğrenmek ister misiniz? Şehre ayak basmadan önce bir kitap, bir makale okur musunuz?", diye sormuştunuz ya, işte bu insanlar bunların hepsini gayet iyi biliyorlar. Hatta okumaktan öte, bu ülke ilgili kitap bile yazmışlar. Paflagonia üzerine yazdıklarını imzalayarak, Bartın'a, Amasra'ya hediye bile ettiler. Bu ülkeye araştırmalarda kullanılmak üzere para getirdiler. Dahası emeklerini de koyacaklar. Ama ne yazık ki, sizin gibi davetli olarak, bedavadan bir müzeye girebilme hakları yok. Bu onların kültürsüzlüğü değil, bizim ayıbımız. Ayasofya'nın büyüleyici mozaiklerini, düklerinin mezarını göremeden gidiyorlar. Üstelik bu kadar yakınına gelmişken.

Ugo'nun, Romano'nun, Girolamo'nun, Lorena'nın olgunlukları beni bir kat daha mahcup ediyor. "Boşver, üzülme. Bir dahaki sefere", diyerek onlar beni teselli ediyor. Neşelerini hiç bozmadan Sultanahmet Camii'ne yöneliyorlar.

Bu kez, zorlukla karşılaşmadan ana kapıdan girdiğimiz caminin ihtişamı onları büyülüyor. Ugo yine dayanamayıp, halıların üstüne çöküyor. Gözlüklerini çıkarmadığından kimse onun uyuduğunu fark edemiyor. Romano ve Girolamo hep detayları inceleme derdinde. Birbirlerine hararetli hararetli yorumlar yapıyorlar. Doğrusu benim de gücüm tükendi, onları duymuyorum bile artık.

Çıkışta, "Kapalıçarşı" diyorlar. Yürüyecek halim yok, hemen bilet alıp, hızlı tramvaya biniyoruz. Beyazıt'ta inip, çarşıya giriyoruz. Hemen alışverişe başlıyorlar. Neyse ki, burada bana ihtiyaçları yok. Satıcılar İtalyanca biliyor, Ugo da çok iyi pazarlık ediyor. Onlara sadece yön bulma konusunda yardımcı oluyorum. Cağaloğlu'na çıkmamız iki saatten fazla sürüyor. Elleri, kolları paketlerle doldu. Çok mutlular. Yerebatan'a da girmek istiyorlar, ama vakit kalmadı. "Önümüzdeki yıl, sizi Topkapı, Kariye, Yerebatan, Valens Kemerleri her nereye istiyorsanız götüreceğim. Bir gece İstanbul'da kalır, sonra Bartın'a geçeriz. Size evimde bir de spagetti ziyafeti veririm", diyerek Sultanahmet'te güzel bir bahçe kafede şoförlerimize buluşup, yemek molası veriyoruz. Bir saatlik dinlenme molası gene şen kahkahalarla doldu.

Sahil yoluna inip, kıyıdan İstanbul manzaraları seyrederek havaalanına ulaşıyoruz. Dışhatlar kapısına gelince, ayrılık acısı içimize çöküyor.. Her şey güzel bir rüya gibiydi. Valizler arabadan inerken yüz ifadelerimiz değişmeye başladı. Birbirimize sarılıp, yaşadığımız güzel günler için birbirimize teşekkür ediyoruz. Eylül için hepsi ayrı ayrı davet ediyor. Ben de onları gelecek Haziran için. Artık gözlerimizdeki yaşlara engel olamıyoruz. Yıllardır kimselerin arkasından böyle ağlamamıştım. Tekrar tekrar sarılıp, ağlaşıyoruz. Şoför Bartın'a döneceği için acele etmese, uçak kalkana kadar onlarla kalacağım. Ama son kez vedalaşıp, ayrılıyoruz. Birbirimizi gözden kaybedene dek el sallıyoruz. Gözyaşlarım eve kadar dinmiyor. Gerçekten bir rüya mıydı tüm bu yaşadıklarım, bir türlü inanamıyorum. Ertesi sabaha kadar deliksiz uyuyorum. Sabah ilk işim, onlara birer e-mail yazıp, "Evinize hoşgeldiniz. Yine bekliyoruz" demek oldu.

Güle güle sevgili dostlar. Sizi bir dahaki sefere mutlaka atalarınız savaştığı topraklara, Troia'ya, Çanakkale'ye de götüreceğim. Altı gündür, anılarımı sadece paylaşmak için yazmadım. Bartın'ın, Amasra'nın o sıcak insanlarını, gösterdikleri misafirperverliği, dostluklarını sadece aktarmış olmak için anlatmadım. Kendilerine uzanan dost ele öylesine sarıldılar ki, kazanan yine onlar oldular. Yüzyıllar sonra ata topraklarına dönen kuzenleri bağırlarına basmak, Paflagonia'nın yeni sakinlerine çok şey kazandırdı. Bunları, Troia'nın yeni sakinleri de anlasın istedim. Geçmişe sahip çıkmak işte böyle oluyor. İster fantezi deyin, ister hayal. Padovalılar da, Bartınlılar da geçmişe ait bir efsaneye gönülden inanıp, birbirlerini kucaklamakla insanların en çok ihtiyaç duyduğu şeyi, dostluğu kazandılar. Zamanla çok daha büyük kazanımlar olacağının sinyalleri gelmeye başladı bile. Dilerim, Çanakkaleliler ne demek istediğimi anlamışlardır. Padovalıları Bartın'a taşıyan efsane, İLİADA. İliada'nın asıl mekanı da Troia. Bu projede Troia'yı dışarıda bırakmak bize yakışmaz. Çağrımı bir kez daha tekrarlıyorum: PADOVA- TROİA- BARTIN ELELE!

Böyle olmalı. Troia'nın boynu bükük kalıp, diğerlerini uzaktan izlemesine içim hiç razı değil.

EMEL (ALTAN) EGE